“da vururlar”ın bendeki ilk çağrışımlarından biri Şahları da Vururlar.. Ortaoyuncular’ın ilk kuruluş oyunu.. Kimler yok ki, Zeynep Tedü, Ayla Aslancan, Halit Akçatepe, Ferhan Şensoy, Tarık Pabuççuoğlu, Ulvi Alacakaptan, Fuat Güner, Özkan Uğur.. ve ben..Üç yüz yetmiş beş kez şahı oynamışım o yıllar; nasıl unutulur, o “da vururlar”.. Bir ikincisi, yönetmenliğini Sydney Pollack’ın yaptığı Atları da Vururlar. ABD.. 1930’lar. Açlığın, yoksulluğun kol gezdiği Amerika’da dans yarışmaları düzenleniyor.. Devletin dağıttığı bedava çorba, battaniye şu bu var, ne ki kaynaklar yeterli değil. Kızılhaç da çaresiz.. 1930’lar, ekonomik çöküntü yılları; aynı zamanda Çarliston, Tango salgını yılları da..1931’de polis kayıtlarına göre yirmi bir bin kişi kendini öldürmüş.. Ve ABD’deki büyük buhran yıllarını konu edinen film; hiç oturmadan dans edebilen son çiftin 1500 Dolarlık para ödülü kazanabileceği bir dans yarışmasında, bu yarışmaya katılan kişilerin öyküleri dolayımında sıkı bir düzen eleştirisi getiriyor.. O yıllarda ABD’de bu tür ucuz yarışma programları düzenlenerek büyük eğlence merkezlerinde izleyiciler eğlendiriliyor, avutuluyor ve böylelikle mutsuz insanların acıları bir süreliğine de olsa erteleniyor.. Filmin sonlarına doğru, dans yarışmasını düzenleyen, yorgunluktan çökmek üzere olan ama yine de ayakta durabilmeye direnen genç çifti çağırıyor yanına, “Pistte evlenin, daha çok ilgi çekersiniz!” diyor. Genç kız “Ya kazanırsak?!” diye sorunca, yanıt şu: “Bunca yıldır bu işin içindeyim, hiç kazananı görmedim.” Sonuçta, yarışmayı bırakmak zorunluluğunda kalınca, dansçı eşi delikanlı, “Yardım et!” diye inleyen genç kızın kafasına bir kurşun sıkıyor.. Ve Polis gelip de sorduğunda, nedenini şöyle açıklıyor: “Atları da vururlar, değil mi?”
2010.. Türkiye. Yoksul ve yoksun kesimin insancıkları, emekle ekmekle özgürce insanca yaşama istemleri karşılıksız, yine örgütsüz-savaşımsız geçen bir günün daha ardından umutsuz yorgun döndüklerinde evlerine, çöküp televizyonlarının başına, toplumsal hiçbir olaya değinmeyen, onları bu dünyadan uçurup götüren TV’deki dizileri izleyerek kendilerini avutmaya çalışmakta.. Dizideki kahramanların sorunlarına, acılarına üzülerek, kendi somutta yaşadığı olgulardan koparak-sıyrılarak, gerçek yaşamdan uzaklaşmakta.. İstenilen de bu değil mi?! Herkesin ne olursa olsun kaçırmadığı kaç dizisi var? Yarışma ya da eğlence programı olmayan var mı acaba şimdileyin evlerde? Oysa her alanda, her yönde bunalım giderek derinleşmekte..
Yakında konservatuarlara giriş sınavları başlayacak.. Bir alo daha geliyor. “Buyurun, ne istiyorsunuz?” deyince, o şimdilik yüzünü görmediğim genç kız, “Siz Atları da Vururlar filmini biliyor musunuz?” diye bir giriş yapıyor, beni biraz şaşırtarak.. “Evet, çok sevdiğim bir filmdir o..”; iyi de ne ilgi?.. “Dinleyin, n’olur!” “Tamam.” Tiyatro, oyunculuk üzerine düşlerini, düşüncelerini özetliyor ve yardım istiyor.. Ben öncelikle, en iyisi olarak gördüğüm Dokuz Eylül Üniversitesi GSF Tiyatro Bölümü’nü öneriyorum ona.. “Duydum da..” diyor, “başka bir ilde yaşayamam; paramız yok. Ailem İstanbul’da olduğu için Beşiktaş’taki devlet konservatuarını deneyeceğim gene.” “Gene? Daha önce girdiniz mi sınava yoksa?” “Evet, geçen yıl..” “Ne oldu?” Alaysı bir kahkahacıkla: “Hiçbir şey olmadı!” “Canım, neden başarısız oldunuz sınavda? Örneğin, hangi parçanız iyi değildi; dram mı, güldürü mü, yoksa şiir okumayı mı pek beceremediniz; siz neyinizi beğenmediniz?!” “Bunların hiçbiri değil!” diyor. “Nasıl yani?” diyorum.. “Yarışı kazanamadım!” “Ne yarışı?” “Biz adaylar çok kalabalıktık da.. Evet, kalabalık..” “Anlatın lütfen!” “Çözüm buldular, bir ön elemeyle..” Susuyor.. “Söylesenize şunu!” diyorum.. Bir iç çekiş geliyor önce öte uçtan: “Öbekler yaptılar sekizli onlu.. Ve bizlere, gerideki duvara gitmemizi söylediler, öne de bir çizgi çizdiler.. Sonra dediler ki.. Kimler ön çizgiye koşarca gelip de devrilmeden, çizgi dışına çıkmadan durursa, onlar girecek sınava, diğerleri elenecek.. Sınava girmeden sınavlama yani..” Nasıl bir oyunculuk sınaması bu?! “Yanlışlıkla Spor Akademisi sınavına falan mı girdiniz yoksa?”.. Esprim hiç çekilir gibi değil; karagüldürülü konuşması, kısa kısa soluklanmaya dönüşüyor: “Canıma.. kıymayı.. düşündüm.. o gün..” “Yapmayın!” “Yapamadım zaten.. Bakın, telefonda konuşuyorum sizinle..” “Peki, neden böyle bir uygulamaya gerek görüldü sizce?” diye nasıl sorulur şimdi, adaylar pek kalabalıklarmış ya.. Ama, “neden?” diye soruveriyorum yine de; işin nicel boyutunu anladık da nitel yanına değgin eğer varsa bir görüşünü almak dileğiyle.. Şu tümceyle yanıt veriyor: “Atları da vururlar, değil mi?” Donup kalıyorum.. ki durakalmışlığımdan yararlanarak ekliyor: “Sanatçı adaylarını da vururlar…”
Ya başka nice dalda, konuda, nice adayları “da vururlar” ???