Haziran ayında seyrettiğim iki gösteri, New National Theatre’ın Yoroboshi & Bahar Ayini programı ile Tokyo Balesi’nin Karma Béjart Programı, bir klasik olan Bahar Ayini’nin iki ayrı yorumunu üst üste seyretmemi sağladı. Ama daha da önemlisi, çağdaş dans sahnesi ve geleneksel sanatlar ilişkisine dair soru işaretlerimi tazeledi, çoğalttı, belki biraz daha karmaşıklaştırdı. Geleneksel dansları çağdaş bir anlayışla yorumlamaya çalışan bir dansçı olarak, öncelikle bu iki gösteriden bahsedeyim; belki mesele biraz daha anlaşılır hale gelir.
Yoroboshi, Japon ‘noh’ dansı ve çağdaş figürleri harmanlayan bir koreografiydi. Bir Japon resminden (nihonga’dan) esinlenen gösteri, kör Yoroboshi’nin baharda tattığı ilk aşkı, yaşadığı romansı ve bu aşkın hazin sonunu anlatıyordu. Koreografide, Budist eğitim yolu Jissokan’ı simgeleyen baba’yı canlandıran anlatıcı/icracı ‘geleneksel’ olanı, hikâyenin iki ana karakterini canlandıran balerin ile erkek (çağdaş) dansçı da ‘çağdaş’ ya da ‘Batılı’ olanı imliyordu.[1] Bahar Ayini ise, bir kadın ve bir erkek dansçının Nijinski’nin anısına gerçekleştirdikleri bir düetti. Cinsler arasındaki iktidar oyununu da işleyen bu düette, dansçıların teknik yeterlilikleri ile çağdaş sergilemelerde ender rastlanan, sahne atmosferinin oluşmasına ciddi katkıda bulunan “canlı” müzik dikkat çekiyordu. Koreografilerde, resim sanatından beslenen dekorların kullanımı da sahneleri zenginleştiren bir diğer unsurdu.
Program dergisinde “repertuarında Doğu ve Batı’daki çalışmaları birlikte kullanarak, klasik baleden, neo-klasik çalışmalara ve dünyaca ünlü koreografların başyapıtlarına yer vermiş olan” bir topluluk olarak tanıtılan Tokyo Balesi ise, İstanbul’daki temsilinde Bejart’ın Don Juan, Yunan Dansları ve Bahar Ayini koreografilerini sahneledi. Üç koreografiden en etkileyici olanı kesinlikle Bahar Ayini idi: 1990’da koreografisinin gösterim haklarını donduran ünlü koreograf Maurice Béjart, 1993’te (kuruluşunun 30. yıldönümü vesilesiyle) gruba sahneleme izni vermiş, daha sonra da bu izni “münhasıran sahneleme hakkı”na çevirmiş. Ve doğru bir tercih yapmış. Diğer iki sahnede acemilikleri göze çarpabilen genç dansçılar bu bölümü gerçekten çok iyi icra ettiler.
Gösterinin geleneksel ile çağdaş unsurların ilişkisine dair önemli referanslarda bulunan bölümü ise tahmin edeceğiniz gibi Yunan Dansları idi. Bu bölümde, geleneksel Yunan danslarının belli postür/duruşları, adımları ve kol tutuşları yer yer Batılı sahne dansı formlarıyla birleştiriliyordu (‘sentez’leniyordu). Sahnede dansın ‘yerel’ tavrının yansıtılması tercih edilmemişti; daha çok bu danslardan ‘beslenen’ bir çağdaş yorum söz konusuydu. Program dergisinde Béjart’dan yapılan uzunca bir alıntı, koreografın meramını da özetliyordu:
“Folklor dediğimiz şey –ki ben ‘geleneksel sanatlar’ tabirini tercih ederim- kavraması her zaman zor, neredeyse imkânsız bir şeydir. Birisinin özel olarak ele almayı seçtiği kültürün geleneğinden gelip gelmediği sorusu ise kanımca ne bir avantaj ne de bir engel oluşturur. Çünkü medeniyet dediğimiz şey bizi geleneksel zihniyetten o kadar uzaklaştırmıştır ki, bizim için sıklıkla uzak bir geçmişte, daha en başta bu sanatın kaynağında yatan zihinsel süreci kavramak bir o kadar zorlaşır. Ancak bu problemin çözümü tam da burada yatar: ötekini sadece tasvir etmek değil, ötekileşmek. Yaratının özünü, içsel varlığını, kudretini kavramak –bir halkın, etnik ya da kültürel bir topluluğun köklerini anlamak ve alenen folklorik referansları ise minimum indirmek.
Söz konusu olan dans olduğu sürece, popüler ya da arkeolojik yeniden yaratımlar her daim bir katılık, şekilcilik, zavallılık sıkıntısı taşır; sıkıcılıkla ciddiyetten yoksunluk arasında salınır durur. Bu yüzden ‘Yunan Dansları’nda otantik Yunan dansı adımlarından ödünç aldıklarımı mutlak bir minimumla sınırlamaya çalıştım. Bazıları yalnız iki ya da üç adım içerdi, diğerleri ise neredeyse hiç, ki bu ikinci kategoriye düşenler hiç şüphesiz ki daha başarılı, daha ‘Yunan’dılar.”
Özellikle ilk cümleleri okuduktan sonra, ciddi bir beklentiye kapıldığımı söylemeliyim. Seyrettiğim bölümdeki sanatsal tercihler yukarıdaki ifadelerle tutarlılık içinde gibi görünüyordu. Ancak ben yine de bazı dansçıları seyrederken şunları düşünmeden edemedim: Minimuma indirilen ‘otantik’ adımlar icra edilirken (ki bence bu tercihte hiçbir sorun yok) neden bir çeşit karikatürizasyon hissine kapılıyordum? Bu tür dansları bir süredir icra eden bir dansçı olarak, bazı duruş ve adımların ‘Batılı olmayan dans’ şeklinde ele alındığından, yani olabildiğince ‘klasik dansçı duruşu’ndan uzak, dik değil de eğik/kırık, yumuşak ve akışkan değil de sert, belki bazen de fazla kaba biçimde icra edilmesinden rahatsızlık duyduğum için mi? Mesele, bu dansların ‘doğru’ icra edilmesi de değildi.[2] Batılı dans eğitimi almış bir ‘Batılı olmayan’[3] dansçının ‘Batılı olmayan’ bir başka dans türüne bakışı, bunu deneyimleme ve sergileme biçimiyle, yaklaşımıyla ilgiliydi belki de? Béjart’ın ifadesiyle minimum Yunan dansı yapanların “daha başarılı, daha Yunan olduğunu” iddia etmeyeceğim tabii ki ama bazı dansçıların yorumlarında katılık ve şekilcilikten kaçınılırken ciddiyetten yoksunluk tuzağına mı düşülüyor diye düşünmeden de edemedim. Ciddiyetsizlik olasılığını düşünürken kastettiğim, dansı öğrenilen ‘öteki’yle kurulan ilişkinin niteliği, ilk olarak kurulan bu ilişkinin, ikincil olarak da gerçekleştirilen sergilemenin dramaturjisi.[4] “Ötekini sadece tasvir etmek değil, ötekileşme”yi sağlamak ne kadar mümkün bilemiyorum ama bu yönde adımlar atmak yoğun emek, mesai ve belki de hepsinden önemlisi farklı kültürlerle kurulan ilişkiye yönelik bir hassasiyet gerektirecektir, kesin olan bu.
Farklı dans türlerini ‘sentezlemek’ bugünün meselesi değil tabii ki. Yüzyıllardır bu türler iç içe geçiyor, danslar çok farklı şekillerde yorumlanıyor. Balelerdeki ‘karakter dansları’ndan, bugün Anadolu Ateşi’nde izlediğimiz halayın önünde bale solosu eklektisizmlerine kadar gelebilen çok farklı denemeler söz konusu. Geleneksel’i çağdaş bir anlayışla yorumlayabilmek yoğun bir araştırma süreci gerektiriyor. Benim tek bir doğru yol tanımım yok ama şundan eminim ki, ancak farklı türler birbirlerinden gerçekten ‘beslenebildikçe’, hem yeri geldiğinde iç içe geçip hem de kendi karakterini koruyabildikçe ‘iyi’, ‘güzel’, ‘deneysel’ yorumlar ortaya çıkabiliyor. Aksi halde, Yoroboshi’deki geleneksel ve çağdaş unsurları yan yana koymak ya da Yunan Dansları’nda olduğu gibi ‘çağdaş’ın içine ‘geleneksel’ çeşnisi eklerken ekşimsi bir tat bırakmak da mümkün…
[1] “Çağdaş” ile “Batılı”nın eş anlamlı olmadığının tabii ki farkındayım. Balenin fazlasıyla “geleneksel” bir dans olduğunu da biliyorum, dile kolay en az beş yüzyıllık bir geçmişe sahip! Batı merkezli dans kuramlarının ve tarih yazımlarının da etkisiyle böyle hatalı eşleştirmeleri biz üçüncü dünyalı dansseverler de yapabiliyoruz. Seyrettiğim bale yorumunu da “çağdaş” olarak nitelendirebileceğimi düşündüğüm için böyle bir ayrıma gittim…
[2] Tek bir ‘doğru’ ya da ‘otantik’ icra biçimi olabileceğine inanmıyorum. Ayrıca bilmediğim binlerce Yunan dansı olabileceğini de teslim ederim. Belki de onlar o hiç bilmediğim dansları öğrenmişlerdir, kimbilir?
[3] İfadeler hep sorunlu biliyorum ama ‘Doğulu’ demeye dilim varmadı! Nihayetinde Japon ve Yunanlı ‘Batılı’nın karşısında ne kadar ortaklığa sahip ki, tek bir ‘Doğulu’ tanımına sığdırılsın?
[4] Maurice Béjart’dan Tokyo Balesi’ne, sergilemenin yapıldığı ülkeler, bu sergilemeyi gerçekleştiren topluluklar, icracılar …vb. değiştikçe, belki de başlangıçta var olan bu ‘ciddiyet’ aşınmaya uğramaya başlamıştır, kimbilir?