17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahneye çıkan Suzuki’nin Elektra’sını beğendim.
Bu giriş cümlesi yazının tümünden “çıkarılabilecek” yanlış okumaların önünü kesmek içindir.
Ülkemizde üzerine yazılmış makalesi, araştırması, söyleşisi “az”; “uzman”ı ve “beğenen”i ÇOK olan Tadashi Suzuki hakkında “haddimi aşarak” (kime göre?) belirteceğim görüşler üzerine fikir beyan edeceklere önceden haber vermek gerekiyor.
Sanırım beğenenler, beğenmeyen biri çıkıp düşüncelerini yazdığında bunu kendilerine “hakaret” olarak algılıyorlar. “Benim beğendiğimi nasıl beğenmezsin!” durumu ortaya çıkıyor.
Biraz daha “ileri giderek” Suzuki’nin yaptığı tiyatronun görselliğine gönül ve akıl olarak çok yakın olduğumu da “vurgulamak” istiyorum.
Hatta oyunu seyrettikten sonra Amazon’a 4 adet Suzuki kitabı sipariş ettiğimi de belirteyim.
Böylelikle “Elektra’yı daha önce seyrettikleri 2 oyundan daha iyi bulanları”, “Festivalin en iyilerinden biri sayanları”, “Japon Hükümeti Kültür İşleri Ajansı’na teşekkür edenleri”, “Oyunu muhteşem ve olağanüstü bulanları” hedef almadığımı açıkça ortaya koymuş olmamın rahatlığı ile asıl konuya gelebilirim.
29 Mayıs 2010 itibariyle, İnternette “Tadashi Suzuki tiyatro üniversite” kelimeleri ile arama yaptığınızda 725 sonuç geliyordu. “Tadashi Suzuki theatre university” diye ararsanız 6910 sonuç. (Japonca yazabilsem eminim ki bu sayıların kat kat üstünde sonuç çıkacaktır.)
1 Haziran 2010 itibariyle rakamlar 1290 ve 7040 olarak değişmiş. Artış ilkinde %77 ikincisinde %2..
(2 Haziran 2010 – 1570-7060 / 3 Haziran 2010 – 1830-7060. Artış sürüyor!)
Yani Suzuki İstanbul’dan geçti diye bizde olağanüstü bir artış olmuş! Bu onuru İKSV’ye mi vermeliyiz?
Türkiye’den karşınıza gelenlerin çoğu 17. Uluslararası İstanbul Festivali nedeniyle çıkan gazete haberi. Bunların içinde,
Yard. Doç. (Doç.) Dr. Kerem Karaboğa’nın “Tadashi Suzuki’nin ‘Cyrano de Bergerac’ında jeu de theatre”, İ.Ü. Ed. Fak. Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Dergisi, sayı: 2, 2004, s. 30-37” makalesi;
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından yayınlanan Mimesis Tiyatro/Çeviri Araştırma Dergisi’nin Özlem Hemiş Öztürk ve Fırat Güllü’nün editörlüğünü yaptığı 15. Sayısındaki (hem de Ocak 2009’da) kapsamlı “Suzuki Tiyatrosu” dosyası; (Kimsenin yapmadığını başarmışlar. Onlarla övünüyorum.)
Tadashi Suzuki Tekniği – Ellen Lauren (1998) ‘workshop’una katılan Mehmet Atak
göze çarpıyor.
(Kerem Karaboğa ile Mehmet Atak’ın özgeçmişlerindeki ortak isim ise Şahika Tekand.)
Mimesis 15’i bulmak için yardımını rica ettiğim Cüneyt Yalaz hemen harekete geçti. Karaboğa’nın makalesi için üniversiteye mesaj attım ama ses yok, şu ana kadar.
Bu arada Mimesis’teki Fırat Güllü’nün yazısı ve Suzuki ile yapılan söyleşi beni çok mutlu etti. Çok da yararlandım. Suzuki’yi merak eden ve “ne seyrettim?” diye soru soranlar onları okusun. Bulabilirlerse Mimesis 15’ i okusunlar.
Google arama rakamlarının her şey olmadığını aradaki nerdeyse 10 kat farkın da mutlak bir doğruyu göstermediğini biliyorum. Zira üniversitelerimizin tiyatro bölümlerinin sayfaları ya yok, ya açılmıyor ya da güncel değil. Ama takdir edersiniz ki gene de bir şey gösteriyor! O da salonlarımızda “çılgınca” alkışlanan, kendisine ödüller verilen (ödülü “evde” unutup, “trajedinin ön oyunu olarak komedi” sunsak da!) Tadashi Suzuki üzerine bildiklerimiz ve pratiğimiz o kadar da çok değil. Bildiğimiz çok olmayınca anladığımızı da iddia etmek zorlaşıyor. Sonunda “söyleyene göre” anlam kazanan nesnel gibi görünen ama kişisel değerlendirmelerle işi “idare” ediyoruz.
Ülkemizde herkesten daha iyi bilen birkaç kişi mutlaka vardır ama o kişiler de ya çok “tembel” ya da çok “umutsuz”. (Mimesis’i ayrı tutuyorum.)
İKSV, oyunlar hakkında nerdeyse hiçbir açıklama vermeyen o “süslü” dergilerin, broşürlerin içine uzmanınca yazılmış, seyirciyi bilgilendiren açıklayıcı bir makale, söyleşi koyamaz mı? Kendi web sayfasında yayımlayamaz mı? (Demek ki yapamıyor!) Benim önerim konunun Mimesis’e ihale edilmesidir. Onlar “dört dörtlük” bir festival dergisi hazırlarlar. Hiç değilse İKSV de “bir bileni” bulduk diye övünür!
Bu koşullar içinde, iş seyirciye düşüyor. Gazete, dergi sayfalarındaki “Suya tirit” eleştirilerden bulamadıklarını -meraklı ise- kendi araştıracak ve bulacak, “çılgınca” alkışladıktan sonra “ben neyi, niçin alkışladım” sorusunu sorarsa!
Japonya ile ilgili azıcık ön bilgisi olan biri sahnede gördüklerinin Japon gelenek ve folkloru ile ilgili bir şeyler olduğunu çıkarır. Hele de çok oyun seyretmiş ve de Japonya’yı da görmüşse gördüklerine “kulp takmak” da kolay olur. Ama sahnede her anı planlı ve gelenekselden beslenen Suzuki tiyatrosunu “anladım” diyebilmek de herhalde bir Batılı “seyirci” için çok zordur. O nedenle festival seyircisinin “beğendim-beğenmedim” den öteye, söyleyeceği yeni bir yorum yoktur. Oyun, “Oradaydım!”dan öte bir “tortu” bırakmaz.
Sözlerini anlamasanız bile sesler, hareketler, müzik, ışık, bedenlerin kullanılışı ve danslar seyirciye bir duyguyu geçiriyor. Ve yapılan karşısında saygı göstermek gerektiğini anlıyorsunuz. Ama eminim ki herkesin Elektra’sı farklıdır. (Sınav sorusu: Elektra hangi dili konuştu?)
Tiyatromuzun “hayal alemi” sürüp gidiyor. “Uzman”(?) zannedilen “mırmır” edince, “didiklemek” meraklısına kalıyor.
Çıkış noktası Euripides (Biz İKSV’nin yalancılarıyız! Fırat Güllü, Sofokles olduğunu belirtiyor ki ben ona katılıyorum.) ama kullandığı(?) metin Hofmannsthal’a ait ve 1909 tarihli bir libretto. Ben Euripides, Sofokles ve librettoyu okuduğum için rahatlıkla söyleyebilirim ki Suzuki’nin derdi metin değil. O kendi kafasına göre takılıyor! Söze de ihtiyacı yok! (Zaten Suzuki, oyunda tercüme istememiş.)
Japonya’da Kabuki, Noh tiyatrosu seyreden bir batılı, gösteri “turistik” olarak düzenlenmemişse gösteriyi tamamlayamaz.
Sofokles ve Euripides’in Elektra metinlerini de aynen oynayacak tiyatro gurubu, dünyada kalmamıştır herhalde.
Tadashi Suzuki, iki kültürü (Doğu-Batı) birleştirip, yepyeni bir tiyatro söylemi geliştirmiş ve söylemek istediğini, Elektra’sında 70 dakikada söylemiş.
Zaten Sofokles’den (Euripides’ten) Hofmannsthal’a metni değiştiren Suzuki, gözünün ucuyla bakıp “elde metin olsun” anlayışı ile başlayıp her şeyi kendine göre ters yüz etmiş.
Benim esas olarak anlamadığım da bu! O zaman neden Euripides, Sofokles ismi geçiyor ortalarda?
(Hadi Suzuki’ye yakışıyor ama Suzuki’nin Elektra’sı “bizimkilere” savunma kanıtı olur diye korkuyorum! Böyle giderse örneğin Mozart’ın bir eserini Müslüm Abi alsa, içine biraz jilet biraz acı katarak, arabesk ritmi ile başlayıp oyun havası ile bitirse, biz onu “Mozart’ın Müslüm Abi tarafından yapılmış yorumu” diye “çılgınca” alkışlayacağız (?) (Tiyatromuzda ÖYLE örnekler seyrettik, şükürler olsun!))
Temel olarak dünya okumuşları için babaya (Müslüm Baba değil) yönelik kompleksin adı olduğu kadar bir öç alma öyküsüdür Elektra. Hamlet onun erkek versiyonudur sanki. Hamlet tereddütler içinde tirat atarken, Elektra, daha saldırgan ve iş bitirici ve de “maşa” kullananı.
Ama Suzuki, cinayetin de “illüzyon” olduğunu söylüyor.
Bir öç alma imgesinin Elektra ile ortaya atılmasına ne gerek var? Eminim ki Suzuki’nin Elektra’ya gereksinimi yok. Kullanmadığına göre bir metne bile gereksinimi yok.
Türkiye tv’lerindeki Aşk-ı Memnu’ya ya da Yaprak Dökümü’ne benziyor. İsmi roman ile aynı, karakterler de benziyor ama içeriği “yaklaşık”.
Tek fark şu ki: Bizimkiler hızlarını alamayıp hala koşuyorlar, ama Suzuki sağlam bir felsefe üzerine kurduğu oyunu “kısa kesmiş”. Ama gene de gösterinin isminin (Euripides ya da Sofokles)’in Elektra’sı olmasını doğru bulmuyorum. “Uyarlayan-Yöneten: Suzuki / Metin: Euripides, Hofmannsthal” yerine “Tasarlayan-Yazan-Yöneten: Suzuki”ye kim itiraz edebilir?
Aynı günlerde Pera Müzesi’nde Botero sergisine gitmiştim ve duvardaki bir not ilgimi çekmişti : ( Küratör- Begüm Akkoyunlu Ersöz, Metinler Rudy Chiappini)
“Latin ve Kolombiyalı kimliğini özenle koruyan Botero, folklorik öğelerin yanı sıra, sanat tarihinin büyük ustalarından beslenerek özgün tarzını oluşturmuş; zengin iç dünyasının incelikli, esprili ve bilge bir yaklaşımla yapıtlarına yansıtmıştır.”
Dünyanın neresinde olursanız olun sanatın temel yaratma biçiminin özeti yukarıdaki cümlelerde yatıyor.
Sanatçı kendi kimliğini, ülkesinin folklorunu bilecek ve koruyacak; sanatının önden giden ve arkadan gelen tüm ustalarını bilecek ve zengin bir iç dünyasına sahip olacak, yaptığını “kendinin” kılacak.
Ancak o zaman Suzuki, Botero olabiliyorsunuz. (Darısı bizim tiyatromuzun başına.)
Bunları aklımdan geçirirken sezon içinde seyrettiğim “Salyangoz satıcısının” Bakkhalar’ını hatırladım. “Global”, “Coca-Cola” gibi Bakkhalar yerine, ait olduğu kadeh içinde ve ritüele uygun bir “edeb” ile sunulmuş “sake”yi tercih ettiğimi bir kez daha yüksek sesle tekrar ettim.
Melih Anık
Not: Suzuki ile ilgili okuduklarım ve okuyacaklarım daha pek çok yazıya neden olacak gibi görünüyor. Benim ilgimi çeken, Suzuki tiyatrosunun bizim tiyatromuza öğretebilecekleri. Öğrenen ve de öğrenmek isteyen “gençler” var. Suzuki’nin Türkiye’den kaç öğrencisi var? İKSV, “dostu” Suzuki’den bir öğrenciye burs alamaz mı? (Aslında bu konu İKSV’nin yaptığı tüm festivaller için geçerli.)