Sözler Hareketlere, Bedenler Sese Dönüşürken: “Nefes”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bugün, Pina Bausch’un sonsuzluğa uğurlanışının birinci yıldönümü. Yani bu yazı, dolaylı olarak da olsa onu anma anlamını da taşımakta. Işıklar içinde yatsın, dünyanın önde gelen yaratıcılarındandı, “Dans Tiyatrosu” kavramını yaratandı, yaygınlaştırandı, bu alanda çığır açandı.

Pina Bausch ile bizi (yani tiyatroseverleri), 1998 yılında İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalleri yönetmeni Prof. Dr. Dikmen Gürün tanıştırdı. En önemlileri olarak anılan eserlerinden “Rite of Spring”i ve “Cafe Müller”i izleyememiştim, ama Tanztheater Wuppertal Pina Bausch İstanbul festivaline konuk geldi ve Hong Kong üzerine tasarladığı “Cam Temizleyicisi” festivalin ilgi odağı oldu. 2000 yılındaysa Lizbon kenti için tasarladığı “Masurga Fogo”yu izledik.

İstanbul için: “Bu kent insanı içine çekiyor” demiş Bausch ve 2002 yılında hem İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın, hem de Prof. Dr. Dikmen Gürün’ün düşlerini gerçeğe dönüştürerek, İstanbul üzerine çalışmaya başlamış. Prof. Dr. Dikmen Gürün’den öğrenmiştim: 2002’nin ağustos ayında otuz kişilik ekibiyle İstanbul’a gelmiş, üç hafta boyunca İstanbul’u koklamış, dinlemiş, gözlemlemiş, içine sindirmiş. Bedenlerini ustalıkla kullanan oyuncu/dansçılar, ünlü tasarımcılar Hong Kong ve Lizbon’dan sonra, “Kentler ve İnsanlar” projesinin yeni durağı İstanbul’u işte böyle yaşama geçirmiş.

Geçen hafta, onun 2003 yılının mayıs ayında izlediğim “İstanbul”undan, bu kere “Nefes” başlığı altında yeniden tat alma olanağını buldum. Ne mutlu bana, ne mutlu bizlere. Elbette içten teşekkürler Prof. Dr. Dikmen Gürün’e. Gene doyumsuz bir lezzet sundu bizlere.

Bausch’un İstanbul’u tıpkı “Cam Temizleyicisi” gibi, tıpkı “Masurca Fogo” gibi hiç kuşkusuz soyut bir yapıt. Yani bir belgesel, bir turistik gösteri ya da ne bileyim folklorik bir sunum değil. Alışılagelenden uzak, yoğunluğu olan iki saat elli dakikaya sıkıştırılmış dans dolu bir yapım. Bir kez daha ve yeniden anladım ki, Bausch, gerçeklik isteğiyle, kendisine esin veren durumların temel saçmalığı arasında hiç mi hiç çelişki görmemiş. Aksine, yaşamı saçmalığı içinde gülünç bulmuş, sanırım öyle de yaşamış. Gerçek olanla gerçek olmayan arasındaki ayırımları da bilerek isteyerek hesaba katmamış, katmadığı gibi bir şeyin gülünç ya da doğru veya yanlış olmasını ön koşul olarak asla kabullenmemiş. Ona göre, bir şey aynı anda hem doğru, hem de yanlış olabilirmiş, olayı içinde beyninde öyle sistemleştirmiş. Ne olduğunu ve ne olmakta olduğunu doğrulamanın az sorun yaratacağı varsayımını ise kesinlikle yanlış bulmuş. Belki de Holmes üçlemesinden yararlanmış. Neymiş Holmes üçlemesi? “What, Why, When (yani Ne, Neden, Ne zaman) sorularının oyuncular/dansçılar tarafından sözle ya da beden diliyle yanıtlanmalarıymış.

Gel gelelim, bir gerçek var ki bu sorgulama Bausch’ta kolay bitmiyor. Bausch, anlatıları gözlemlemiş, durdurmuş, uyarlamış, denemiş… Erkek, kadın, özlem, kin, sevgi… Aynı ve ayrı temalar üzerinde çalışmış. Binlerce mozaik taşı, Bausch’un tuvalinde bir bilmece tablosuna dönüşmüş. “Ne, Neden, Ne zaman” beden diliyle yanıtlanmış. Pina Bausch anlatırken, böyle binlerce bilmeceyi çözüme sunmuş. Yanı sıra, Dikmen Gürün’ün dediği gibi müzikle daha da derin anlamlar kazanan danslar, yalın bir sahnede yoğun dokuyu oluşturmuş.

Pina Bausch İstanbul’u betimlediği “Nefes”te, Tanztheater Wuppertal Pina Bausch’un yedi yıl önceki yirmi kişilik oyuncu/dansçı kadrosu üç değişiklikle korunmuş. Eddie Martinez, Alexandre Castres ve Melanie Maurin’in yerlerini Pablo Aran Gimeno, Andrey Berezin ile Thsunelda Mercy almış. Nedendir bilemem, gösteri de yirmi dakika daha uzatılmış. Ama dört dörtlük ziyafette hiçbir kayma-eksilme olmamış. Örneğin ben, ağustos ayı boyunca yıldız kaynayan İstanbul gecelerinden birini bir kez daha yaşayabildim o gece “Nefes”te. “Maço”lar gene tur attı sokaklarında İstanbul’un. Direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler, kırılgan erkekler, adi zamparalar, dövüşen, döven, dayak yiyen kabadayılar… Ve kadınlar… Aşık kadınlar, doğurgan kadınlar, acılarını burgu burgu kendi içlerine boşaltan kadınlar, erkeğinin köpeği olan ya da erkeği tarafından yüceltilen kadınlar, bir dürümcü dükkanının vitrininde yufka açan, bir yastık üzerinde aşk satan, saçlarını baştan çıkartıcı bir öğe olarak kullanan, etekleri püfür püfür uçuşan kadınlar… Ve İstanbul’un yapışkan satıcıları… Ve gizemli, gizemli olduğu kadar olabildiğince de erotik bir İstanbul…

Bausch’un, “Nefes”te de anlatımın kısıtlayıcı çerçevesini zorlayıp, masalsı bir illüzyon yarattığına yeniden tanık oldum. Daha önce de ifade ettiğim gibi (Bkz: Nokta dergisi 06 Haziran 2003), belli bir konuyu (bu kere “İstanbul”u) çıkış noktası olarak alıp, dans unsuruyla öyküyü pekiştiriyordu. Bunları yaparken, özel bir dil oluşturması hiç kuşkum yok ki ona özgü bir yetenekti. Her ne kadar öyküyü ve öykülemeyi yadsırsa yadsısın, Bausch, beden enerjisini, anlatmaktan kaçındığı öykünün sözcüsü olarak saptamıştı. Epik tiyatronun ifade araçlarından alabildiğine yararlanan bir koreograftı. Gösterme, sergileme, yabancılaştırma tekniklerini daima kendine özgü biçemi içinde kullanmıştı. Yalın biçimde (kadın ya da erkek, güçlü veya zayıf) bireyin acınası güvenlik arayışından söz etmişti. Gösteriyi sahnelerken, İstanbul üzerine gizli korku ve endişeleri vardı. Sahte saflık, yobaz kötülük… Farklı kavrama düzeylerindeki insanların birbirlerini anlama yoksunluğu. Sıcaklık, sevgi, şapşallık ve paklanamama…

Şimdi de sırf hınzırlık olsun diye, madalyonun tersini çevireyim mi? Haydi çevirivereyim! Madalyonun tersini çevirirken, Peter Pabst’ın tabandan kaynayan su, yağmur gibi görsel efektlerine, tül perdeden oluşan dekoruna diyeceğim yok da, video çekimlerinden (fevkalade başarılı) trafik sahnesini neden İstanbul’da değil de Roma’da kayda aldığını hâlâ merak ediyorum. Bu arada: “Ne fark eder, kargaşa aynı” diyenler olabileceğini de kestirebiliyorum. Marion Cito’nun capcanlı renkli ipek kumaşlardan oluşturduğu kadın giysileri ile erkeklerin takım elbiselerini överken, Matthias Burkert ve Andreas Eisenschneider’in yirmi besteci/grubun müziklerinden oluşturdukları bezemenin düş gücünü kışkırttığını, ama Mercan Dede’nin ilk yarıdaki tasavvuf müziği tekdüzeliğinin insanın içini bayılttığını yedi yıl sonra gene yineliyorum. “Nefes”in de, diğer iki proje gibi “Herkesin herkesi tekrar görmek istediği bir ayna” olduğunu kabullenmekle birlikte, İstanbul kentinin ana tema olmaktan hayli uzak kaldığını söylemek “cesaret”ini bir kez daha kendimde buluyorum. Oyuncu/dansçıda kol-gövde-baş hareketlerinin, “tekillikten uzaklaşma” simgesi olduğu yolundaki görüşümü yeniden dile getiriyor, “Bharata Natyam” olarak bilinen Hint dans biçiminin uygulanışını yadırgıyorum.

Gene de, “Nefes” madalyonunun ilk anlattığım yüzünün, diğerinden daha değerli olduğunu söylemeden geçemiyorum.

“Nefes”in, en azından farklı tatların bileşiminden oluşmuş “Bir Pina Bausch Ziyafeti” olduğunu ve yedi yıl sonra yeniden izlerken, ilk izlediğim günkü heyecanı duyduğumu itiraf ediyorum.

Bausch’un, “Nefes”te de, görüntü ve sesi iç içe yaşatma ustalığının doruğuna tırmanışını saygıyla yâd ediyor, üzerine İstanbul’un ağustos yıldızlarının yağmasını diliyorum.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla