17. ULUSLARARASI TİYATRO FESTİVALİ’NİN ARDINDAN…
Tadashi Suzuki, hiç kuşkusuz 20.Yüzyılın ve yüzyılımızın çok önemli bir tiyatro yorumcusu. 1998 yılında 10. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde “Dionysos” adlı oyun ile ülkemize ilk kez konuk olmuş: “Bilinç bir hapishanedir ve bu hapishanenin duvarları tarihtir. Tarih ise coşkun toplumsal birlik ruhu ile dışlanmış, yabancılaşmış bireysel ruh arasındaki ilişkiden oluşur. Var olmanın bu iki biçimi mistik tarih arkının iki kutbudur”u işlediği oyunuyla tiyatroseverlerin büyük beğenisini toplamıştı. 2006 yılında yapılan 4. Uluslararası Tiyatro Olimpiyatları kapsamındaysa, İstanbul AKM Büyük Salon’da çarpıcı bir Çehov rejisi izletmişti bizlere: “Ivanov”. “Ivanov”, Çehov’un ilk dönem oyunlarındandı ve özyitişin başlangıcı ile sonrasında Ivanov’un çaresizliğini anlatıyor, özeleştirisini veriyordu. Oyun sırasında sahnede görülen tekerlekli sandalyeliler ya da sepetler içinde yaşayan insanlar Ivanov’un hayal gücünün yarattığı figürlerdi. Düş dünyasından kopup gelen kabus-düş arası plastik görsellerdi.
17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında, Avusturyalı Şair ve Yazar Hogo von Hofmannstahl’ın (1874–1929) yüzyıl başı özgün Euripides uyarlamalarından yola çıkarak Richard Strauss için yazdığı librettodan sahneye aktarılan bir Tadashi Suzuki yorumu daha izledik. Rejisi, oyunculuk becerisi, müziğiyle unutulmaz mükemmellikteki “Elektra”ydı izlediğimiz. Oyunculuk ve duygu gücünün yeterli olduğu ortamda, dil sorununun kendiliğinden ortadan kalkışını bir kez daha anladık. Oyuncunun bedeninden fışkıran enerjinin, nasıl olup da bir bedenin eşya gibi kullanılmasını sağladığına bir kez daha şaştık kaldık.
Suzuki, gene fiziksel tiyatro yapmıştı ve ışık, oyuncunun bedeni, yanı sıra hareket düzeni performansın yine baskın ve birincil öğeleriydi. Bu öğeler, oyunu ve Suzuki’nin amacını yeterince ortaya koydu, ama oyuncunun bunun üstüne sesini ve duygusunu iç enerjinin dışa vurumu biçiminde bina etmesi de doğrusu hiç fazla kaçmadı. Suzuki’nin “Elektra”sını, izlerken, Richard Strauss’un (1864–1949) Hogo von Hofmannsthal’ın librettosundan yola çıktığı “Elektra”sının dışavurumculuk felsefesinin müziksel bir belgeseli olduğu aklıma geldi. Yoğun psikolojik bunalımların müziğin yapısındaki yoğunlukla dışa vurulmasıydı Strauss’un “Elektra”sı ve Suzuki “Bütün dünya bir hastane ve bütün erkekler ve kadınlar bu hastanenin sakinleri; bu her zaman tiyatro çalışmalarımın itici gücü olmuş inancımdır. Başka bir deyişle, tiyatroyu, tiyatro yazarının gözlemlerini ve kavrayışını insanları hastalar olarak görerek kristalize ettiği bir ifade biçimi olarak görürüm. Bazı tiyatro yazarları doğal olarak buna karşı çıkabilir, ama benim iddiam o ki bütün büyük tiyatro oyunları kendilerini böyle yorumlara uygun hale getirirler. Bu yüzden bazı tiyatro eserlerim hastanelerde geçer daha doğrusu, akıl hastanelerinde. Elektra da istisna değil,” derken, bence bu trajedinin özelliğinin konusundan çok kendi anlatışında olduğunu vurgulamak istedi.
Evet… Olay örgüsü, bu yapımında da hiç önemli değildi Suzuki için, o sadece mitler arasından seçimini yapmış ve bu mitlerden birine bağlı efsaneyi kendisi için tersine çevirmişti. “Dionysos”da, “Ivanov”da olan iç daralmaları, kaygılı bekleyiş, korku “Elektra”da da vardı. Kahramanımız burada da iç çelişkilerden habersizdi, gerçekliğini bilincindeki değişikliklerin incelenmesinden çok, kendi yoğun varlığına borçlu olduğunun da bilincindeydi. Annesinden intikam alma fantezisi, Suzuki’nin çarpıcı yorumuyla geleneksel Japon tiyatrosundaki çeşitli görsel ve işitsel teknikler kullanılarak aktarıldı. Bir akıl hastanesinde geçen olaylarda Elektra babasının öldürülmesinden sonra, kardeşi Orestes’i uzaklara kaçırdı. Thyestes’in oğlu Aigisthos, Elektra ve Orestes’in babaları Kral Agamemnon Troya savaşındayken anaları Klytaimnestra’yı ayartmış, geri döndüğü zaman da Agamemnon’u alçakça öldürmüştü. Elektra, utanç ve nefretten deliye dönmüş, ancak ezilmiş bir halde katillerin, yani anasının ve Aigisthos’un yanında kalmıştı.
Uzun bekleyişlerden sonra (Suzuki’nin “Elektra”sında kız kardeş olan) Orestes dönüp geldi. Annesi yalnızlığa terk etmişti Elektra’yı ve Elektra intikam duyguları içinde kıvranıyordu, ailesiyle bağları kopmuştu, yalnızlığıyla kol kola bir hastanede yaşıyordu ve tek isteği kendisini terk eden annesinden intikam almaktı. Bu isteği giderek bir fantezi, hatta giderek fantezi ötesi bir tutku halini aldı, ama iki kardeşin dramatik karşılaşmalarından sonra mitolojik öyküde beklenen olmadı. Ne Orestes, ne de Elektra annesinden ve anasını ayartan Aigisthos’tan intikam falan almadı, çünkü umutlarını karabasanlar basmıştı, intikam duyguları imgesellikte kalakaldı. Vahşi hayvanları andıran yabanıl giysisi içindeki Elektra’nın izleyicinin içini delen bakışları, hırıldayarak çıkardığı iç sesi, sert ve keskin dilinin yanı sıra, güçlü tutkuları ön saflarda yer aldı.
Sonrasında, oyunun ana ekseni Elektra ile annesi Klytaimnestra arasındaki çatışmaya kaydı, Orestes geri planda bırakıldı. Artık “Bütün dünya bir hastaneydi ve bütün erkekler ile kadınlar bu hastanenin sakinleriydi”. Geleneksel Japon tiyatroları Noh ve Kabuki ile kendi tiyatro teorisinden Antik Yunan tiyatrosuna kattığı tatlara hem görsel hem işitsel olarak geleneksel Japon tiyatrosunun teknikleri kullanılarak “akıl hastanesi” yaratıldı ve seyirciye aktarıldı.
Gösterimin çözümlemesi, hastanenin hapis özelliği taşıyan yalın dekoruyla, minimalist bir estetikle seyirciye geçti. Makoko Niwa’nın inanılmaz titiz ışık çalışması elektrik tekniğinin uygulanmasıyla kalmadı, sahnedeki oyuna can kattı, estetik yanıyla sahneye ruh verdi. Orie Horiuchi’nin kostümleri düşünsel işlevi, anlamsal değeri yerine getirdi. Oyunculuklardaki ölçülülük, hareket düzenindeki olağanüstü uyum izleyiciyi daha oyun başlarken sahneye kenetledi. Bestelerin İcracısı Midori Takada, oyunu izlemek için zaten yeterli bir nedendi ve müziğiyle oyunda tam anlamıyla olağanüstü bir atmosfer yarattı. Müzik, yeri geldiğinde akustik dekora dönüştü. Birkaç nota, oyun içinde şaşılacak biçimde eylemin yerini belirledi. Rahatça anlaşıldı ki, Tadashi Suzuki, oyuncusunun işaret ve dayanak noktaları üzerine eklemlediği, ancak izleyicinin düşüncesinin katılımıyla kendini belli eden yönlendirici devinduyumsal ve duygulanımsal şemayı mükemmel çizmişti. Oyun sonundaki alkışlarımdan büyük bölümü işte bu şemaya gitti.
Suzuki, andığım şemayı çizmekle de yetinmemişti. “Alt-partisyon” kavramının sınırlarını da hiç çekinmeden mükemmel olarak tanımlanabilecek nitelikte belirlemiş, dile dayalı metne sırtını yaslamadan, oyunun algılanılması gereken bölümlerini öne itmişti. Oyuncunun bedenini basit bir gösterge vericisi, izleyiciye yönelik işaretler göndermek için ayarlanmış birer semafor olarak görmemişti Suzuki; izleyicide enerji, arzu yönlendirmesi, itkilerin yükselişi, yoğunluk ve ritim etkileri uyandırtmıştı. Oyunu izletirken giderek Klytaimnestra’nın da, Elektra’nın da, Orestes’in de bedenlerini içten algılatmıştı.
Kısacası, oyuncusunun sahne üzerindeki üretici konumunu unutmasına asla izin vermeyen Suzuki’nin, sahnelemenin göstergelerini de (tam olarak) kurmadığını, aksine bilerek ve de isteyerek yıktığını oyun sonrası düşünmeye başladığımda şıpınişi kavradım. Bu soluğu geniş, ağırbaşlı, görkemli ve yetkin tiyatroyu yürekten alkışladım. Anlatılan öykünün akışını belirleyen üst düzenin, olayların ortaya çıkışını ve birbirlerine zincirlenişini değiştirmeyişine hayran kaldım. Suzuki’nin karanlık ve anlaşılmaz güçlerin varlığına dayanan bir evren anlayışı kurmayışı, yine de kimi güçlerin insan kaderiyle oynamalarına engel olmadığını vurgulayışı, doğal dengeyi bozan anlamsız ve yersiz gururu kınayışı karşısında heyecanlandım. Yazgısından kaçamayacak durumda olan insanoğlunu resmetmişti, ezilen insanoğlunun karşısına da erkleri dizmişti, erklerin güçsüzlüğüne tanık oldukça zevkten kasıldım. Suzuki’nin insana bakışının kötümser ve umutsuz olmadığını anladım. İnsanın kötümserliği yalnızca, insanın geçiciliğini ve kurulu düzeni değiştirmeye kalkışmasının ne kadar tehlikeli olduğunu vurgulamasındaydı. Yine de insanlara baskı yapan katı ve acımasız yasaların, zamanla yerlerini daha hakkaniyetli bir adalet anlayışına bırakacağına inandım.
Suzuki: “Dünya, hatta yeryüzünün tamamı bir hastane olduğunda, iyileşmek için hiçbir ümit olmayabilir. Yine de nafile çaba bile olsa ne türden hastalıkların içinde kısılıp kaldığımızı sorgulamanın, günümüz dünyasında yaratıcılar olarak yaşayan sanatçıların sorumluluğu olduğuna inanıyorum,” demişti ya, bu yaklaşımıyla Suzuki’nin “Elektra”da: “Kendinizi doktorlara, yani politikacılara bırakmayın, kendi kendinizi iyileştirmenin yollarını gene kendiniz arayın” demek istediğini anladım.
Tedavi için derhal kollarımı sıvadım…