Barış Yıldırım
Marburg’u bilir misiniz? Nereden bileceksiniz. Yolum düşene dek ben de bilmez idim. Almanya acı vatanın Hessen nam eyaletinde Frankfurt’tan 70 km kadar kuzeyde şirincecik bir üniversite kenti. Üniversite kenti dediysem öyle içinde üniversite olan herhangi bir kentten bahsetmiyorum. Almanya’da ‘Uni-Stadt’ (Uni-Ştat okuyunuz) derler, böyle bir idari birim var. Tüm ülkede altı tane ‘Üniversite Kenti’ mevcut. Burası bunların hasından ve Marburglular, “Her şehrin bir üniversitesi vardır, Marburg üniversitedir,” diye övünürler şehirleriyle.
Kalesi, gotik Elizabeth Kilisesi, dışı bir içim su olup içi İsa’ya emanet binalarıyla örülü eski şehri, tarihi üniversite binaları falan değil, Marburg’un en önemli yeri bence Mensa. ‘Yemekhane’ manasına geliyor. Lahn nehri kıyısında bir bina. İçinde çeşitli üniversite idari birimleri ve merkezi kafetarya var. 80 binlik nüfusun üçte birinden fazlasını teşkil eden üniversite öğrencileri ve çalışanlarının hayatı kabaca şehrin her yanına dağılmış fakülte binalarıyla Mensa arasında gidip gelmekle geçiyor. Akşamları da evlerine, barlarına falan gidiyorlar tabii. Bir de Wagonhalle’ye.
Sözü iyi bağladım. Aslında benim niyetim baştan beri Wagonhalle’deki bir tiyatro oyunundan bahsetmek ama sözü Marburg’da dolandırıp duruyorum. Burası, adındaki ‘wagon’dan belli, demiryolu idaresinin kullanılmayan bazı binalarından oluşturulmuş bir kültür merkezi. Sıcak, ev gibi bir ortam işte. Ana binanın yarısı kafe-bar, öbür yarısı oturma yerlerindeki sert sıralar hariç hiç fena tesislere sahip olmayan bir tiyatro sahnesi. Ayrıca açık havaya da sahne kurulabiliyor. Hatta bugün İranlıların kültür gecesine bakayım diye uğradım da, açık havada bir Sherlock Holmes uyarlaması gördüm. Galiba oyunun bir yerinde demir yollarında kullanılan şu tulumba gibi basarak ilerletilen tekerlekli araçtan kullanıyorlardı (evet, kültür merkezinin içinden kullanılmayan bir demiryolu geçiyor). Ancak Mimesis okurlarına başka bir oyundan bahsetmek üzere eve dönüp yazı yazmam gerektiği için oyunu izleyemedim. Ekmek arası sosis yedikten sonra fosforlu pembe bisikletime atlayıp (hayır, erkek bisikleti!) pencereden elimi uzatsam ormana değebileceğim yurt odama geri döndüm. Ama elimi falan uzatmıyorum, çünkü bu bölge uçan kocaman hamamböcekleriyle ünlü ve şimdi onların mevsimi biraz geçmiş olsa da türlü haşarat sık sık pencereme çarpıp içeri girme niyetlerini açıkça belli ediyor. Ormanlar, içinde yaşamadığın sürece romantik yerler…
Aslında ben tiyatro dediğimiz dünyanın ne denli şümullü (ü-u-ü mü?!) ve çok yönlü bir yaşayan organizma olduğundan bahsederek başlayan ve bu organizmanın bünyesine mütevazı fakat sağlamca kurulup ona kan ve can taşıyan ‘öğrenci oyunları’ kategorisinden bir oyunu tartışarak devam eden, teorisi kuramı analizi yerinde bir yazı yazma niyetiyle oturmuştum makinenin başına, nasıl böyle mavraya vurdum bilmiyorum? Bence bu yazıyı hayatta yayımlamazlar. Yine de devam etsem mi? Edeyim.
Marburg’a geldiğim zaman iki tanıdık isim bana hoş geldin etti. Biri Käthe Kollwitz, işçilerin büyük kadın ressamı. Kaldığım yurda doğru giden yolda onun adına kurulmuş kamu okulları var. Diğeri ise Marburg kökenli Erwin Piscator; Brecht’in yoldaşı, politik tiyatro üstadı, Harp ve Sulh’ü sahneye taşımaya cüret edecek kadar tiyatroya hâkim yönetmen. Rektörlüğün hemen karşısında, belediye binasındaki ana tiyatro binası onun adını taşıyor. Şimdi ben Yoldaş Piscator’un adını taşıyan binada tek bir oyun bile izleyememişken Alman tiyatro hayatı hakkında bir yargıya varırsam dayak yerim, ama Wagonhalle’de gördüğüm iki öğrenci oyunundan yola çıkarak diyebilirim ki, bunlarda ‘illegalite’ takıntısı var. Sürekli olur olmaz sahne değiştiriyorlar ve her seferinde dekor değişimini gizleyeceğim diye akla karayı seçiyorlar. Işıklar sönüyor yanıyor, perde kapanıyor açılıyor, taşınan eşyalar duyulmasın diye müzik son ses açılıyor vs. vs. Bunca tantanadan sonra da hepi topu Hans’ın evinden Julia’nın evine geçiyoruz. Balya balya lafları ezberliyorlar, tık demeden sahneleri akıtıyorlar, trafik polisliğinde müthişler, dekora, kostüme, butafora iyi para döküyorlar, burjuva insanın kent hayatındaki sıkışmışlığı ve psikanalizin iktidar örüntüleriyle ilişkisi gibisinden gayet çağdaş temalar seçiyorlar, ama iş dekor değiştirmeye gelince, lise müsameresinden beterler. Dekor değişimine harcadıkları emeği, iki sahne arasındaki kıyafetlerin devamlılığına harcasalar daha iyi ederler.
Şimdi ben bu Wagonhalle’de iki oyun izledim. Bir tanesi Alles Lüge adlı bir Almanca oyundu ki ben o zamanki Almancamla Alles’in ‘Her Şey’ olduğunu biliyordum da Lüge’nin ‘Yalan’ olduğunu bilmiyordum. Oyunun bir yerinde üzerinde oyunun adı yazan bir pankart açtılardı da ben “Bütün iktidar Sovyetlere!” falan diyorlar sandıydım. Meğer nihilizm bayraktarıymışlar. Neyse, o günler geçti tabii, şimdi Almanca’da Goethe’nin bütün eserlerini bitirdim Hegel’e geçtim, diyemesem de bahsedeceğim oyunu gayet iyi anladım, çünkü dili kuralsız fiillerini sevdiğimin İngilizcesiydi. (Almancayla biraz hemhal olacak olanlar İngilizce yirmi otuz tane fiilin çekimini ezberlerken mırın kırın ettikleri günleri pişmanlıkla hatırlayacaklardır.)
Oyunumuzun adı Madness & Desires. ‘Delilikler ve Arzular’ diye çevrilebilir. Oyun, “Trajedi mi? Komedi mi? Olsa olsa psikanaliz” sloganıyla sunuluyor. Adına ve tanıtımına bakarak, Aydınlanma’dan beridir Batı düşüncesinin başının belası olmuş ikili karşıtlıklar (binary opposition) meselesini ele aldığını düşünebilirsek de aslında durum daha basit: Bu aslında bir değil iki oyun. İkisi gevşek bir bağla birbirine bağlanmış. O gevşek bağ da birinci oyundaki Sigmund Freud’un ikinci oyunun başlangıç cümlesini söylemesi.
Marburg Üniversitesi İngiliz Dili bölümünün öğrenci tiyatrosu Dramagroup, oyun broşürlerine ne yönetmenin ne yazarların adını yazmış. Fakat derin araştırmalar sonucu ortaya çıkardığım gerçek şu ki, ilk oyun Amerikan oyun yazarları George Cram Cook ve Susan Glaspell’in 1915 tarihli Bastırılmış Arzular adlı oyunu; bir psikanaliz parodisi. İkinci oyun ise İngiliz yazar David Mercer’in 1965 tarihli oyunu Valinin Karısı.
İlk oyun psikanaliz meraklısı bir kadının, kendi eliyle gönderdiği kocasının ve kızkardeşinin çok güvendiği psikiyatrından aslında birbirlerine karşı gizli bir arzu beslediklerini öğrenmeleri üzerine psikanaliz merakından vazgeçerek kocasıyla mutlu mesut hayatını sürdürmeye karar verişini anlatan aşırı basit bir ‘kıssadan hisse’ oyunu. Sadece sıkıcı bir anekdot olabilecekken çok sıkıcı bir oyuna çevrilmiş bu birinci perdeden umutsuzluğa kapılmıştım ki ikinci perdede daha sağlam bir oyunla karşılaştım.
İlk perdedeki vodvil havası yerini absürd esintili bir ortama bıraktı. Bir sömürge valisinin son derece ‘hanımefendi’ karısının günlüğüyle baş başa kaldık. Kadının kocası giderek deliriyor ve bir gorile dönüşüyordu. Adam, önce kadının zenci uşağını öldürdü. Sonra bir ağaçtan karısına hindistancevizleri atarken karısı tarafından öldürüldü. Ego’nun İd’i öldürmesi, sonra Süperego tarafından öldürülmesi alegorisi, burasının bir sömürge oluşu, kadının kocasının cinsellik taleplerini “iffetle” bastırması, karı-koca ilişkileri, sömürgelerin bağımsızlık talebi, Afrikalıların “çocuk” gibi görülmesi gibi yan temalarla birlikte düşünüldüğü zaman daha da derin anlam katmanları ortaya çıkaran bir hale geldi.
Her iki oyun da yukarıda bahsettiğimiz müsamere atmosferinden mustaripti. Ne var ki her ikisinde de işin trafik ve ezber kısmı, bazen ülkemizin profesyonel tiyatrolarında bile göremediğimiz bir özenle kotarılmıştı.
Öğrenci tiyatrolarının örneğin İngiliz Rönesansı’nın başları gibi dönemlerde (ki Shakespeare’e doğru akmaktadır süreç) tiyatronun ana akımıyla aktığı zamanlar da oldu. Bugün daha çok hevesli öğrencilerin tiyatrodan hepten vazgeçmeden yahut kendilerini tamamen tiyatroya vermeden önce geçtikleri bir durak özelliği taşıyorlar. Ama yine de tiyatro denilen ve sokak palyaçolarından opera divalarına kadar herkese yer olan dünyanın önemli bir parçası onlar. Sonuçta tiyatro, “iki kalas bir heves” değil miydi?
3 yorum
Pingback: İki oyun bir heves « Marburg Günlüğü
başarılı teşekkürler
Süpermiş. tşk.