İsmin beş hâli var. Erkekliğin kaç hâli var?
Birol Tezcan’ın “Erkeklik Hâlleri” oyunu, bu gramerin bazı kısımlarını ortaya koyuyor: Bürokraside/siyasette, akademide ve sokakta erkeklik. Bu mekânlardan erkekliğin bireyde oluşma tarihine uzanırken çocukluk, delikanlılık, ev, aile, askerlik ve erkeği “errrkekkk” yapan cümle bağlam sorgulanıyor.
“Erkeklik Hâlleri”, her dem amatör her dem coşkulu Tiyatro Yeraltı’nın diğer oyunları gibi kolektif bir çabanın ürünü; oyunun rejisi bir grup çalışması, dramaturjisi ise Tezcan’ın yanı sıra Doğan Aktaş, Fikret Demirkoparan, Hakan Altun, İnan Gündoğdu ve Yılmaz Angay tarafından gerçekleştirilmiş. Oyunu ortaya çıkaran bu ekibi, Hakan Altun dışında, olduğu gibi sahnede de görüyoruz.
Tezcan, Ankara DTCF’nin küçük ama meşhur tiyatro bölümünden mezun. Bölümün oyunculuk ve yazarlık dışında kalan ve tiyatronun tarihi ve teorisiyle ilgilenen dalından mezun olsa da gerek okul yılları boyunca gerek senarist olarak çalıştığı bugün “hemi oynayıp hemi yazan” bir tiyatro insanı olmayı hiç bırakmamış.
“Erk/eklik” Tezcan’ın kafasını çocukluk yıllarından beridir kurcalayan bir mesele olmuş. “Nedir erkekleri bu kadar pervasız yapan? Evde, okulda, sokakta?..” sorusuyla yola koyulmuş ve erkekliğin erkeklerin hayatını kolaylaştırdığını bulmuş. Sonunda erkekliğe “biraz ayna, biraz fotoğraf” olan bu oyun ortaya çıkmış. “Bu oyun oyundur sadece…” diyor Tezcan, “Ama gerçekten esinlenerek… Kişiler uydurmadır… Ama yanı başımızda bitiverecek… Bu oyun bir kurmacadır aklımızı kurcalayan… Bu oyun bir aynadır, bir fotoğraf… Ama çokça iç dökmedir…”
Oyun, “İçerideki küfür düzeyi devamlı duyma bozukluğuna yol açabilir.” uyarısıyla sunuluyor ve sahnedeki performans bu uyarıyı gerektirecek düzeyde. Oyunun blog sayfasında bu konuda bir anket bile var: Küfürler cinsiyetçiliği yeniden mi üretiyor, cinsiyetçi yapıyı mı ortaya çıkarıyor, rahatsız ediyor mu? gibi bir dizi seçenek sunulmuş. Bir şeyi eleştirmek için o şeyi serimlemenin gerektiği her yerde karşımıza çıkan bir diyalektik. Eleştirdiğimiz şeyi tarif ederken onu ne kadar yeniden üretiyoruz, hatta onu ne kadar sömürüyoruz? Belli ki eleştirmekle ondan beslenmek arasında tek nokta yok, bir sürekliliğin üzerine yerleşmiş ve uçlardan birine belli bir yakında duran sonsuz nokta var. Bu oyunla ilgili sadece şunu söyleyelim: Sahnede olabildiğine çıplak hâlde gördüğümüz küfür gerçeğini anlamak için oyunun dramaturgi ekibi küfrün sosyolojik, dilbilimsel ve diğer kültürel boyutları üzerine, ettikleri küfürlerden çok daha uzun bir süre kafa mesaisi harcamış.
“Kendi” aralarında, hele de kadın söz konusu olunca küfürsüz, hakaretsiz, aşağılamasız konuşamayan erkekler, kibar olmasına çok kibarlar ama… Kadına (ne de olsa “çirkin” bir şey olan) kendi adıyla seslenmemek için bin takla atıyorlar: “Bayan daha kapsayıcı… Ne de olsa Hanım diye isim var ama bayan diye isim yok… Bütün bayanları kapsıyor…”
İlk yarısında yukarıdaki gibi satirik esprileri içeren “skeç” de denilebilecek epizotlarla ilerleyen oyun, neredeyse ikinci yarısını bütünüyle kaplayan sokak kavgasının hikâyesinde, türde kolay kolay göremeyeceğimiz sofistike bir kurguyla ilerliyor. Bir yanı meddahların anlatı geleneğine yaslanan metin Beckett’in “Godot”su gibi tiyatronun köşe taşlarından da, kabare, stand-up, hatta (yukarıda örneği görüldüğü gibi) polisiye gibi popüler türlerden de besleniyor.
Ama her şeyden önce bu oyun bir komedi, daha kesin konuşacak olursak “satir”. Sahnedeki beş erkeğin, namlularının ucuna dünyanın kendilerini de kapsayan yarısını (“Gökyüzünün yarısı kadınlarındır.” diyor bir Çin atasözü) koyarak gırgır geçtikleri bir oyun. “Yer altı”na inecek olursanız, oyuncuların geçmek fiiline çok daha “errkekkk” sözcükler çattıklarına tanık olacaksınız, ama insanın insanı sömürmesinin, kelimenin hem tarihsel hem etik anlamıyla, en “ilkel” biçiminin altında yatan erkeklik hâllerini de göreceksiniz. Dileyelim ki bu, hele de “egemen” cinsiyetten gelen ve içinden geldiği yerin altında yatan egemenlik ilişkilerini göremeyecek kadar körleşmiş olanlarımızda hayırlı bir “görme bozukluğu”na yol açsın da gökyüzünün tümünü seyre koyulabilelim. Ve yine dileyelim ki, oyunun organize edici ilkesi gereği erkeği stereotipleştirmesi, gökyüzünün farklı yarılarını ak ve kara yarılar hâlinde görmemiz sonucunu doğuracak başka “görme bozuklukları”na vesile olmasın. O gökyüzünün insanın insana ettiği haksızlıkları aydınlatmak ve de yakıp kavurmak için çakması gereken o kadar şimşeğe ve de düşmesi gereken o kadar yıldırıma ihtiyacı var ki, hiçbir yarı tek başına tüm bu ışığı ve ateşi ortaya çıkarmaya yetmez.
Editörün notu: Bu prodüksiyonla ilgili diğer yazıyı okumak için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz.