İçinden asılmış kediler ve anneler, kocasına silah sıkan kadınlar, erkeklere tövbeli ablalar, şarkıcı kardeşler geçen bir hikâye bize ne zaman konuşur? İçlerine hemdert olduğumuz bir derdin ruhu üflendiği zaman! Beth Henley’in oyunu Ankara DT’de iki sezondur sergilenmeye devam ediyor.
Şimdi Devlet Tiyatroları’nın sezonu kapattığı günlerde, sahneler eski oyunların replikleriyle çınlar, yeni oyunların repliklerine hazırlanırken tarihten bugüne miras birçok eski soru da kafamızın kapılarını çalıp çalıp kaçıyor. “Devletin tiyatrosu olur mu? Olursa nasıl olur? Olmazsa ne olur? Devlet ne mene olmalıdır, tiyatrosu ne mene?” gibisinden yaramaz sorular bunlar.
Yine de eski sezondan damağımızda kalan ve ihtimal ki bir sezon daha Ankara’ya konuk olacak oyunlardan birinden, Beth Henley’in yazdığı, Aclan Büyüktürkoğlu’nun çevirip yönettiği “Suçlu Yürekler”den bahsederken bunları bir yana bırakacağız.
Sonuçta “ödenekli tiyatro” diye bir gerçeklik var ve tiyatronun tarihsel ve türsel bütün erimleri boyunca örnekler sunmak, kamu bütçesinden finanse edilen ödenekli tiyatroların, özellikle de ülkenin ulusal tiyatrosu olma misyonunu üstlenmiş kurumun görevi olmak durumunda. Dramaturginin ve rejinin sanatsal müdahaleleri, kimi zaman antik olanı çağdaş yorumlayacak, bir türe bir başka türün gözüyle bakacak, dönemleri ve türleri harmanlayacak; kimi zaman da oyunu tam da ait olduğu türün ve/veya dönemin üslubuyla sahneye koyacaktır ki bir yandan sanatsal bellek korunsun, bir yandan kısırlığın önü alınsın. Bir uçta “eskiden bıktık”çılar, diğer uçta “geçmişi olmayanın geleceği olamaz”cılar çekişe dursun, aslında sanat tarihi her zaman eskiyle yeninin karşıtlığın ve birliğinin tarihidir. Kimi zaman yenilik yanı vurgulanır denklemin kimi zaman gelenek yanı, ama ne geleneğin bütün putlarını kırmak ne sadece tarihten beslenmek mümkündür.
Tüm bunları dar fakat deneyimli, seyircinin bir kısmının TV dizilerinden de tanıdığı oyuncu kadrosuyla (İpek Çeken, Serpil Gül, Adnan Erbaş, Elvin Beşikçioğlu, Berna Konur, Eren Oray) Ankara seyircisini konuk etmekte güçlük çekmeyen “Suçlu Yürekler”den bahsetmek için söylüyoruz. Geçmişteki travmalarının gölgesi, karakterlerinin birbiriyle çelişen fakat aynı ortak kökten gelen yanlarına vuran üç kardeşin hikayesi bu; içinden asılmış kediler ve anneler, kocasına silah sıkan kadınlar, erkeklere tövbeli ablalar, şarkıcı kardeşler geçiyor.
Belli ki Büyüktürkoğlu, metni sahneye koyarken, az önce bahsettiğimiz gelenek-yenilik sürekliliği içinde bir “dönem ve tür sahnelemesi” olarak düşünmüş oyunu. Gerçekten de Henley’in oyunu on dokuzuncu yüzyıldan Amerikan tragedyacılarına (Tennessee Williams, Arthur Miller, Thornton Wilder vd.) taşınan gerçekçi aile dramları geleneğine, görece yakın bir tarihten (ilk kez 1979’da sahnelenmiş) eklemlenen bir halka.
Sanatın tarihi sadece bir türler mezarlığı değildir, bu mezarlıkta sık sık hortlaklar da gezer. Bu hortlakların zamana ayak uydurarak reenkarnasyona uğradıkları da sıkça görülür. Belli bir ifade gücüne sahip hiçbir türün ve üslubun kolay kolay öleceğine inanmadığım için, Henley’i “modası geçmiş” bir türde eser vermekle eleştirmek aklıma bile gelmez. Ne var ki bunu bir parça esinden yoksun bir şekilde yaptığını da söylemek gerek. ABD’li yazarın 26 yaşında yazdığı, hiçbir tiyatronun oynamaya yanaşmadığı bu oyun, arkadaşının kendisinden habersiz olarak gönderdiği yarışmayı kazanınca önce sahneleri sonra Hollywood’u mekân tuttu (1986, yön. Bruce Beresford). Yine de gerek karakter derin(siz)liği, gerek kurgusu itibarıyla Broadway’in aç karnını kısa bir süreliğine doyurmaktan öte bir işlevi yerine getiremeyecek nitelikte olduğundan bugün sadece ara ara hatırlanan bir metin.
Bogart’lı, Bergman’lı “Casablanca” da öyleydi. Oyun olarak büyük bir başarı kazanmadığı gibi filmi de 1942 yılında çekilen düzinelerce Hollywood filminden sadece biriydi ve bundan öteye geçeceği de beklenmiyordu. Oysa bugün sinema tarihinin kültlerinden. Yalnızca türler değil eserler mezarlığıdır sanat tarihi ve sık sık hortlaklar, asıllarını gölgede bırakır. Yönetmenin rolü tam da burada ortaya çıkar. Büyüktürkoğlu’nun rejisi bu oyunu mezardan çıkartmaya yetmemiş; en azından uzun süreliğine. Klasik bir “dördüncü duvarı olmayan sahne” fikriyle sergilenen ve Çehov’un kendi oyunlarından uzak tutmak istediği olumsuz anlamıyla “teatral” bir oyunculuğa yaslanan oyun, türün iyi örneklerine bir müze gezisi yapma fırsatı da sunmuyor. Üç duvarın verdiği sahicilik hissi suyu çıkmış trüklerinin, büyük oyunculukların ve dilsel olarak değil fakat kültürel olarak çeviri kokan diyalogların rüzgârından epey yara alıyor.
Brecht, “Aristotelesçi” adını verdiği, sahnesi ve öyküsüyle seyirciyi olayların tam ortasına yerleştiren “benzetmeci” tiyatronun, evrimci belirlenime göre oluşturulmuş, değişime kapalı karakterleriyle özdeşleşen seyircinin eyleme geçme ve düşünme yetisini tükettiğini düşünüyordu. Ne var ki kendisi de bu “mezarlığın” tekinsizliğini iyi bilen büyük bir sanatçı olarak, olgunluk döneminde bu türde önemli bir eser yazdı. Belki türün kendisi değil fakat onun ele alınış biçimidir asıl sorun olan.
“Dert” kelimesi Türkçeden diğer dillere çevrildiği zaman çok şey yitiren kelimelerden. Yakın anlamlıları var ama eşanlamlısı yok. Bu tür sergilemelerde asıl “mesele” bir “derdi” olmama “sorun”u galiba. Ancak o “dert meselesi”dir ki ne kadar yıpranmış olursa olsun bir türe, bir esere yeniden ruh üfleyebilir. Üç kız kardeşin aslında suçlu değil yalnız yüreklerinin bizim yüreklerimize bir şey söyleyebilmesi, derdimize hemdert olabilmesi böyle mümkün olabilirmiş. Şimdilik apartman yabancılaşması içinde iyice bigane olduğumuz komşu evde kulak kabartılacak bir hadisenin kahramanları olmaktan öteye geçememişler.