Bibu Bienali’nden Seminer ve Çocuk Oyunu İzlenimleri

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bibu.se Bienali , 5-8 Mayıs 2010 / Lund, İsveç

5-8 Mayıs tarihleri arasında, bu sene üçüncüsü düzenlenen “Bibu Çocuk ve Gençlik Performans Sanatları Bienali”ne Türkiye Assitej’den üç kişi katıldık. Bienal ulusal bir organizasyon olmasına rağmen, yurtdışından davet edilmiş ( Danimarka, Finlandiya, İzlanda, İtalya, Norveç, Belçika) yaklaşık on tane yabancı grup da bienalde oyunlarını sergiledi. Bize ilk gün verilen programa göre gideceğimiz oyunlar ve biletleri belliydi. Fakat biz zamanın ve bienalin sınırlarını mümkün olduğunca zorlayarak seyredebileceğimiz kadar çok oyun seyretmeye çalıştık ki bu çaba kimi zaman günde üst üste dört oyun seyretmeye ve oyunların sergilendiği sahneler arasında, soğuğun da hızlandırdığı adımlarla mekik dokumaya karşılık geldi.

Lund küçük bir üniversite şehri olduğu için, haritaya göre şehrin bir ucundaki sahneden diğer bir ucundakine gitmek -her ne kadar Lund’da yaşayan biri için ancak otobüsle kat edilebilecek bir mesafe olarak değerlendirilse de- bizim için aslında oldukça alışılmış bir yürüme mesafesiydi. Şehrin düzenli ve sakin havası da, hızlı bienal tempomuzda bize oldukça ferahlatıcı bir ortam oluşturdu. Beyaz gecelerin yavaş yavaş yaklaştığı günlere denk geldiğimiz için de çoğu akşam oyunlardan geç çıkmamıza rağmen havanın hala tam olarak kararmamış olmasının keyfini yaşadık.

Bienalde İsveç’ten ve İsveç dışından gelen oyunların sergilenmesi dışında çocuk ve gençlik tiyatrosu hakkında çeşitli workshoplar, seminerler ve söyleşiler de düzenlendi. Workshop ve seminerlerin büyük çoğunluğu İsveçceydi ve biz de zaten bolca oyun seyredip gözlem yapmaya gitmiştik. Bu nedenle yapılan workshopla hakkında programda belirtilenin dışında bir bilgim yok. Bunun dışında katılmış olduğum “baby drama” hakkındaki söyleşiden de yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğim.

Bienalin düzenlediği seminerler içinde “Köprüler kurmak, sınırları aşmak” adlı üç oturumdan oluşan bir seminer vardı ki biraz bundan bahsetmek istiyorum.

Bienale oyun oynamak için gelen yabancı ekiplerin dışında gözlemci olarak Assitej tarafından davet edilen üç farklı yabancı grup vardı: Ruanda, Kosova ve Türkiye. Bu üç grubun bienale davet edilmesinin tarihi, Assitej İsveç’in bu üç ülkede birbirine yakın tarihlerde, farklı atölye liderleriyle düzenlediği çocuk ve gençlik tiyatrosu hakkındaki atölye çalışmalarına dayanıyor aslında. Bu ortak çalışmanın Türkiye ayağı, Ekim 2009 tarihinde “çocuk ve gençlik tiyatrosunda oyunculuk” adı altında Ankara – Mavi Sahne’de gerçekleşti. (Bir hafta süren atölye çalışmasının raporu yine Assitej’in sayfasında yer almaktadır.)

İsveç Bibu Bienali’nde de, ortak bir başlık ve niyet altında üç farklı ülkede gerçekleştirilen bu atölye çalışmalarının bir uzantısı olarak “Köprüler kurmak, sınırları aşmak” başlığı altında seminerler düzenledi.

İlk seminer Türkiye’ye aitti.

Her ne kadar, pek anlamlandıramadığımız şekilde bize oldukça kısa bir zaman tanınsa da, bu birkaç dakikada Türkiye’deki çocuk tiyatrosundan bahsettik. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, ödenekli tiyatrolarda yer alamaya başlayan çocuk tiyatrosu uygulamalarının tarihçesine kısaca değinerek başladık. Türkiye’deki eğitim sisteminde ve hala büyük oranda etkisini sürdüren geleneksel, otoriter ve çocuk merkezli aile yapısında çocuğun konumlandırıldığı yeri ve bunun tiyatroda çocuğa yaklaşımı da nasıl belirlediğinden bahsettik. Pek çok çocuk tiyatrosu örneğinde çocukların hala birey olarak değil de öğrenmeye/öğretilmeye muhtaç güruhlar halinde değerlendirildiğini, bunun da ister istemez oyun seçimine, oyunculuk üslubuna ve sahnelemeye dek etkisini gösterdiğinden bahsettik. Kırılması zor görülen bu yaklaşımın, Türkiye’deki çocuk tiyatrosunun gelişim süreciyle paralel olarak zamanla değişeceğine inandığımızı söyledik. Elbette tüm örneklerin olumsuz olmadığını, özellikle de Assitej üyesi bağımsız grupların ve özel tiyatroların genel tabloya alternatif oluşturduklarını, çocuk tiyatrosunda çağdaş yaklaşımlar ve uygulamalar arayışında olduklarını da ekledik.

Bize ayrılan süre hepimize yetersiz gelse de seminer sonrasında dinleyicilerden aldığımız geri dönüşler oldukça olumluydu. Yorumlarına göre, hiç tanımadıkları bir ülkenin çocuk tiyatrosu hakkında fikir ve bilgi sahibi olmuşlardı ve duydukları şeyler oldukça ilgilerini çekmişti. Assitej Türkiye’yi temsilen seminerdeki görevimizi iyi yapamamış olduğumuzu düşünüp karamsarlığa kapılmak üzereyken gelen bu samimi yorumlar emeklerimizin boşa gitmediğini hissettirerek en güzel teşekkür oldu bizim için.

İkinci seminer Kosova’ya aitti.

Fakat aynı saatte, daha İsveç’e gitmeden izlemeyi kafama koyduğum bir oyun vardı (raporun ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğim NIE adlı grubun Past Half Remember adlı oyunu). Kendi içimde yaptığım muhakemelerden sonra arkadaşlarımdan özür dileyip Kosova’nın seminerine katılamadım. Elbette sonrasında bir araya gelip konuştuk, tartıştık fakat seminerde birebir bulunmadığım için burada da bahsetmeyi uygun bulmuyorum

Üçüncü gün sıra Ruanda’daydı.

Oldukça temiz ve anlaşılır bir seminer oldu. Neredeyse hiç tanımadığım bir ülkenin kültüründen ve tiyatro yaşantısından haberdar olduk. Anlatan kişi Ruanda’da tiyatronun üç farklı aşamadan geçtiğinden bahsetti. Bu aşamaların, siyasi ve toplumsal gelişmelerle olan paralelliğini görmek devlet-tiyatro ilişkisi adına oldukça ilginçti. Raunda’da tiyatro Koloni öncesi, Koloni dönemi ve Koloni sonrası diye üç dönemde incelendi. Kolonizasyonun bir ülkenin tarihine ve yerelliğine nasıl egemen olduğunu, neler katıp neler götürdüğünü, kolonizasyon süreciyle birlikte Ruanda’nın eğitim ve sanat alanlarında geçirdiği değişim ve dönüşümleri gördük. Bu kadar geniş bir konu bir saat içinde oldukça anlaşılır bir şekilde özetlendi ve üçüncü günün sonunda “köprüler kurmak sınırları aşmak” başlıklı seminerler sona ermiş oldu.

Bu üç günlük seminer süresinde köprüler kuruldu mu, sınırlar aşıldı mı bilmiyorum. Sanırım başlangıç adına birkaç tuğla konuldu, birkaç taş yolun üzerinden kaldırıldı. Kültürlerarası işbirliğinin tartışılması ve yaratılabilmesi için muhakkak ki daha uzun ve özenli çalışmalara ihtiyacımız var. Bu buluşmalarsa, tanışmak ve fikir sahibi olmak için iyi bir başlangıç oldu kanaatindeyim.

Bienalde seyrettiğim oyunlara gelince, onları iki grupta incelemeyi uygun gördüm: İsveç oyunları ve yabancı oyunlar. Öncelikle seyrettiğim İsveç oyunlarından bahsetmek istiyorum.

“Kedi & Martı” (5 yaş ve üstü)

İlk seyrettiğim oyunun ismi; “Kedi & Martı” (5 yaş ve üstü) aynı oyun Türkçeye “Martıya Uçma Öğreten Kedi” olarak çevrilmiş. Oyunda, denize dökülen petrolden zehirlenip ölen bir martının, ölmeden önce yumurtladığı yumurtasını bir kedinin bulup sahiplenmesi, ona “annelik” yapması ve en sonunda da uçmayı öğretmesi anlatılıyor. Kedi bu garip macerayı diğer kedi arkadaşlarıyla da paylaşıyor, önce bu durumu garipseseler de sonradan alışıyorlar ve martı yumurtadan çıktığı andan itibaren hep birlikte ona “annelik” yapmaya çalışıyorlar. Her ne kadar kedilerin ve martının doğuştan getirdikleri alışkanlıkları farklı olsa da, kediler ona uygun yiyecek arıyorlar, kendi yöntemleriyle onu beslemeye çalışıyorlar, dolaptaki farelerden koruyorlar, vs. Martıysa yumurtadan çıktığında ilk gördüğü kediyi sandığından etrafında dönen garipliklerin farkına bile varmadan büyümeye devam ediyor. Bir gün martının artık uçmayı öğrenmesi gerektiğine karar veriyorlar fakat bunu ona öğretmenin yolunu bulamıyorlar bir türlü. En sonunda bir binanın çatısına çıkıp oradan uçmasını sağlıyorlar.

Oldukça güzel bir hikâyesi olan bu oyun maalesef çok fazla söze dayanıyordu. Bir iki oyuncu dışında, çoğu oyuncu sadece ayakta durup repliklerini söyleyip işi bitince, mesai saati gelmiş memurlar gibi sahneden çıkıyorlardı. Türkiye’de, özellikle ödenekli tiyatrolarda yapılan çocuk oyunlarındaki oyuncululuklarda sık sık karşımıza çıkan isteksizlik ve inançsızlığı, bienalde izlediğim ilk oyunda da görünce biraz şaşırdım doğrusu. Bir yandan da, bu durumun mesleki anlamda düşülen evrensel bir tuzak ya da handikap olduğunun farkına vardım.

Onun dışında oyunda başarıyla kullanılan canlı müzik, beni bir kez daha tiyatroda canlı müzik kullanımının sahneye kattığı boyutun gücü ve estetiği üzerine düşündürdü. Dekorun seyirciye göre sol arka tarafında vurmalı çalgılardan oluşan ve tek kişinin -aynı zamanda oyunda kedilerden birini oynayan bir oyuncunun- çaldığı küçük bir orkestra vardı. Oyundaki efektler buradaki vurmalılarla oluşturuluyordu. Dolayısıyla kimi zaman müzik ayrı bir oyuncuymuş gibi sahneye dâhil oluyordu. Çocukların tepkileri de bu durumun oldukça eğlenceli ve sürprizli bulunduğu yönündeydi.

Uzun konuşmalara ve durağan enerjilere rağmen çocuklar oyunu sonuna kadar sıkılma belirtileri göstermeden -kendi aralarında konuşmadan, koltuklarında kıpırdanmadan- izlediler ve oyunun sonunda sahnede kalan oyuncuların yanına gidip kostümlü martı ve kedilere yakından bakıp salondan ayrıldılar.

“Nils Resan Mot Norr/ Nils- Going North” ( 4-10 yaş)

Aynı gün seyrettiğim ikinci oyun; İsveç-İtalya ortak yapımı olan “Nils Resan Mot Norr/ Nils- Going North” ( 4-10 yaş) adında iki kişilik bir oyundu. Konusunu İsveçli yazar Selma Lagerlöf’ün bir romanından alan oyun, kuklalar yoluyla bir yolculuk hikâyesinin anlatımına dayanıyordu. Oyuncular kendini romandaki karakterlerden birinin yerine koyarak oyun yoluyla yaşadılar bu yolculuğu. Ahşap kuklalar ve sinevizyon gösterimleri de bu yolculukta onlara eşlik ediyordu.

Bir okulun basket salonunu sahneye dönüştürmüşlerdi ve oyun birkaç metrekarelik ufak bir alanda, hikâye anlatımında kullanılan çeşitli ahşap objelerin arasında ve bir fon perdesinin önünde geçiyordu.

Oyun fazlaca söze dayandığı için gördüklerimi de anlamlandırmak pek kolay olmadı. Fakat dilin sınırlarını aşan yerler de vardı muhakkak. Örneğin sahnenin arkasındaki fon perdesine yansıyan sokak görüntüsünün altına uzanan oyuncu, ayaklarını perdeye doğru hareket ettirince o sokakta yürüyormuş izlenimi uyandırdı. Böyle bir uygulama uzamın bir anda farklı bir boyut kazanmasını sağladığı için seyircide çocuksu bir ilgi uyandırdı.

“Allt Man Vill” (9 yaş ve üstü)

“Allt Man Vill” (9 yaş ve üstü) kısaca “insan neyle yaşar” sorusu etrafında dönen bir hikâyeden oluşuyordu. Oyun dili İşveççe olduğu için pek çok ayrıntıyı oyundan sonra oyunculardan birine sorarak öğrenebildim ve ondan duyduklarım gösteride gördüklerimle tamamlanınca ortaya çok samimi ve naif bir hikaye çıktı. Sahnede iki küçük kız, kendilerinin ve başkalarının hayatta nasıl ve neyle mutlu olduklarını sorguluyor ve buldukları basit, gündelik cevapları dans ve müzikle anlatıyorlardı. Oyunun bir yerindeyse çocuklara sormuş oldukları “büyüyünce ne yapmak istersin” sorularının cevaplarını okudular, cevaplardan bazıları şöyleydi: “pizza yapmak isterim”, “futbolcu olmak isterim”, “dans etmek isterim” . Oyuncuların da bunlara benzer cevapları vardı ve bu cevaplar, sevdikleri yazarlar, gitmek istedikleri yerler, yapmaktan hoşlandıkları danslar ve dinledikleri müzikler hep birer figüre ve kısa kısa danslara karşılık geliyordu onlar için. “İnsan nasıl mutlu olabilir” sorusuna verdikleri tüm içten cevaplar çocuksu bir sevinçle harekete ve dansa dönüşüyordu onlar için. Sanıyorum tam da bu yüzden oyunun sonunda oyuncu/dansçılardan biri oyunda kısaca ne yapmaya çalıştıklarından bahsedip hepimizi sahneye davet etti ve oyunda kullandığı danslardan bazılarını hep beraber yaptık. Tüm bu özelliklerinden dolayı oyun bir gösteriden çok, samimi bir paylaşım gibiydi ve pek çok kişi bu samimiyetten etkilenmiş olarak oyunculara teşekkür ederek tebessümle salondan ayrıldı.

“En Natt i Februari/ A Night in February” (7 yaş ve üstü)

İsveç’ten seyrettiğim bir diğer oyunsa “En Natt i Februari/ A Night in February” (7 yaş ve üstü) adlı oyundu. Soğuk ve karlı bir kış gecesi, anne, baba ve çocuk, hava şartları nedeniyle zorunlu olarak evde geçirdikleri vakti birbirlerine hikâyeler anlatarak değerlendiriyordu. Bu hikâyeler zaman zaman korkunç da olabiliyordu. Tüm oyun tek bir mekânda, evin bir odasında geçtiği için hikâye anlatımında odada bulunan eşyalardan yararlanıyordu oyuncular ve anlattıkları hikâyelerde bahsi geçen her karakteri canlandırıyorlardı. Dil anlaşılmasa da çoğu tavrın ve duygunun evrenselliği oyunculuklar hakkında az çok bir fikir veriyordu. Buradaki oyunculuk üslubunda beni rahatsız eden bir nokta vardı ki, o da çocuk tiyatrosu yapıldığı için oyunculukların da “sevimli” olması gerektiği yanılgısına düşülmüş olması. Bu “sevimlilik” anlayışı göreceli olduğundan üstüne bir de samimi olunmadığı takdirde ister istemez oyunla seyirci arasında belli bir mesafe yaratıyordu.
Bununla birlikte bembeyaz dekor ve kostümlere rağmen soğuk ve kasvetli bir kış gecesi atmosferinin başarıyla yaratılmış olduğunu da söylemeliyim.

“AB3” (8 yaş ve üstü)

“AB3” (8 yaş ve üstü) adlı modern dans gösterisi içinse şimdiye kadar seyrettiğim en güzel dans gösterilerinden biriydi diyebilirim. Dört kişilik bir ekipten oluşan bu gösteride öncelikle dansçılar teknik ve estetik açıdan oldukça başarılıydı. Müzikle, birbirleriyle, zeminle ve atmosferle uyumları bana kalırsa mükemmele yakındı. Dans müziğinin klasik müzik olması, siyah-beyaz stilize kostümler giymeleri ve yüzlerine, özellikle de gözlerine yaptıkları hafif makyajın bir hayvanı andırır fakat aynı zamanda da estetik hali, gösteriyi aynı anda pek çok duyuya ve estetik algıya hitap eden bir bütünlük içinde kılıyordu. Gösterinin tanıtımında yazdığı gibi, “görsel olarak çocukların hayal gücünü tetikleyen güzel, melankolik, gizemli ve eğlenceli bir performans.” Sahnedeki kartondan yapılma bir hayvanla dansçıların ilişkilerini bu yolla seyretmek ve bu güzelliğin hazzını yaşamak çocuklar için olduğu kadar bizim için de oldukça keyifli bir deneyimdi.

“Limpan Eller Lampan/Lamp and the Loup” (4 yaş ve üstü)

“Limpan Eller Lampan/Lamp and the Loup” (4 yaş ve üstü) benim için ezberleri bozan bir oyun oldu. Kelime oyunları yapmasıyla meşhur İsveçli ünlü bir şairin şiirlerinden oluşan oyun metni üç oyuncu tarafından oynanıyordu. Aslında daha ziyade oynanmıyor, oturdukları döner sandalyelerin üzerinden söyleniyordu. Dilden dolayı metinden hiçbir şey anlamama rağmen şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki şairin kelimeleri, çözümlemek ister gibi meraklı bir yaklaşım ve itinayla telaffuz edildiğinde, gücü ve kıvraklıklarıyla kendi “iç aksiyonlarını” doğrudan sahneye taşıdı. Sahnede dekor namına yalnızca kitap ve şair için anısı olduğu anlaşılan bazı kişisel eşyalarla (örneğin bir bebek patiği) dolu bir kitaplık vardı. Bir de oyuncuların üzerinde sürekli gidip geldiği, beton zeminde kayarak ilerlediği, dönüp durduğu ve yukarı-aşağı inip çıktığı tekerlekli döner sandalyeler. Şimdi düşündüğümde kelime oyunu yapmaya, sesler ve heceler arasındaki kaygan bağları deşifre etmeye bu kadar meraklı bir şairin şiirlerini döner tekerlekli sandalyeler üzerinde ve kaygan bir zeminde oynamanın ne kadar güzel bir buluş olduğunu görüyorum. Sanki şairin kelimelerindeki iç aksiyonlar ancak bu yolla ortaya çıkarmış gibi.

Başta söylediğim gibi oyunun ezber bozan olması da şundan kaynaklanıyor; bu kadar dile ve söze dayalı bir oyunu, hiç bilinmeyen, kulak aşinası bile olunmayan bir dilde seyretmek nasıl oluyor da sıkılmadan gerçekleşiyor ve üstüne üstlük oyunu seyrederken keyif de alınabiliyor, hatta bazı esprilere gülünebiliyor? Sanırım bu sorunun cevabı, kelimelerin gücünde ve anlamlarının doğru çözümlenmiş ve oyuncular tarafından fiziksel ve ruhsal olarak içselleştirilip mizahi bir yolla dışa vurulmuş olmasında yatıyor.

Her ne kadar oyun akşam oynanmış olsa ve çocuktan çok yetişkin seyircisi olmuş olsa da oyunun 4 yaş ve üzeri olması beni düşündürmüştü. Fakat sonradan yukarda saydığım bu çözümlemelerle, dil ve dilin farklı kullanımlarıyla ilgili örneklerle, o yaş grubundaki çocuklara hitap edebileceğini düşündüm.

Ah Hallo Bebis/Oh Hello Babies”  (6-18 ay)

İsveç’ten seyrettiğim son oyun benim için bir ilk olan bir “baby drama” örneği. “Ah Hallo Bebis/Oh Hello Babies” adındaki oyun 6-18 aylık bebekler için yapılmış. Küçük bir sahnede, renkli kumaş ve örtülerin arasında oynanan oyunu, anne ve bebek seyirciler de sahnenin hemen önüne onlar için özel olarak konmuş minderlerin üzerinde, oyuncularla aynı seviyede oturup seyrettiler. Üç kişi tarafından oynanan oyun, basit ve neredeyse hece hece söylenen bir şarkıyla başladı. Oyuncular şarkıyı söylerken bir yandan da yavaş ve özenli hareketlerle bebeklerin ilgisini çekmeye, dikkatlerini sahnedeki eyleme/oyuna çekmeye çalıştılar. Şarkı bittikten sonra yerdeki örtülerle yapılan hareketler bebeklerin, yataklarında kendi kendilerine yaptıkları devinimlere benziyordu. Oyuncular her hareketten ve sözden sonra -ki şarkılar dışında söz neredeyse hiç yoktu- bebeklerle göz kontağı kurmaya, onların ilgisini her an sahnede tutmaya çalışıyorlardı. Daha sonra suyla bazı oyunlar yapıldı ve bu esnada bebeklerin çoğunun ilgisi iki katına çıktı diyebilirim. Bir oyuncu önünde duran kovadaki suyla küçük kapları doldurup doldurup boşalttı bir süre ve bunu bebeklerin takip edebilecekleri bir ritimle, suyla müzik yaparmışçasına yaptı. Zaten oyunun geneline bir ritim ve müzik duygusu hakimdi. Oyuncuların yaptıkları her hareket, içinde bebeklerdeki ritim ve müzik duygusunu harekete geçirecek vurgulara sahipti.

Bebeklerin tepkileriyse seyredilmeye değerdi. Bir tanesi zaten oyuna hazır gelmiş gibi, çıkarttığı sesler aracılığıyla sahneyle sürekli bir interaksiyon halindeydi ve tüm oyunu pür dikkat ve pür neşe seyretti. Tabii onun tüm tepkileri de her seferinde sahneyi ve salonu neşelendirdi. Bir başka bebekse oyundan ziyade dönüp onu seyretti. Bir başkası oyunun ortalarında huzursuzlandığı için annesi tarafından çıkarılmak zorunda kaldı. Bir bebek hem annesiyle, hem önündeki minderlerle hem de oyunla değişen bir algı ve dikkatle ilgiliydi. Bir diğer bebeğinse tek derdi önündeki minderleri aşıp sahneye boylu boyunca uzanmaktı. Annesinin elinden kurtulup koşarak sahneye emeklemediği anlardaysa sesiyle “ben de buradayım ve aslında sahnede olmak istiyorum!” dedi. Yaklaşık 40dakika süren oyun yine baştaki şarkıyla bitti. Fakat oyunu bitirmeden önce oyuncular, tüm seyircileri sahneye ve sahne arkasını görmeye davet etti bebekleriyle birlikte. Oyun bittikten sonraysa anne-babalar ve oyuncular bir süre daha sahnede kalıp bebeklerin orda oynamasına zaman tanıdılar. “Ah Hallo Bebis” hem oyun hem de seyirciler bakımından oldukça enteresan ve güzel bir deneyim oldu benim için.

My Long Journey Home (14 yaş ve üstü), Past Half Remember (14 yaş ve üstü), End of Everything Ever (14 yaş ve üstü)

Seyrettiğim yabancı oyunlara gelince, ilki Nie ( New International Encounter) adlı İngiltere-Norveç ortaklığından oluşan uluslar arası bir ekibin oyunuydu. Norveç, İngiltere, Çek, Fransa, Belçika asıllı oyunculardan oluşan ekibin ortak sahne dili İngilizceydi ve bienale bir üçlemeyle katılmışlardı: My Long Journey Home (14 yaş ve üstü), Past Half Remember (14 yaş ve üstü), End of Everything Ever (14 yaş ve üstü). Oyunların ortak özellikleri, konularının ikinci dünya savaş hikâyelerine dayanması. İlk oyunda, âşık olduğu kızı savaşa giderken köyünde bırakan ve uzun yıllar ondan uzak kalan bir adamın hikâyesi anlatılıyor. İkinci oyundaysa yeni evlendiği kocasını savaşa göndermek zorunda kalan ve yıllarca onun dönmesini bekleyen bir kadının hikâyesi anlatılıyor. Üçüncü oyundaysa savaş, ailesi tarafından savaştan uzak kalması ve daha iyi koşullarda yaşaması için İngiltere’ye gönderilen küçük bir kızın gözünden anlatılıyor seyirciye.

Üç hikâyenin de ortak özelliği savaşın insanların hayatlarında yarattığı tahribatı, telafisi olmayan acılar ve izler bırakmış olmasını ve savaştan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamadığını, hiç düşmeyen bir oyun temposu ve oyuncu performansıyla, mizahi bir yol ve bolca canlı müzikle anlatılıyor oluşuydu. Üç oyunun da bel kemiğini hikâyelerin sağlamlığı ve oyuncuların bir an bile düşmeyen yüksek performansları oluşturuyordu.

Oyunlar tamamen açık biçimde oynandı. Dekor ve karakterler, sahne kenarlarında duran dekor ve aksesuar parçalarıyla o an orada, seyircinin gözü önünde belirlendi ve oluşturuldu. Oyuncular hızlı ve başarılı geçişlerle o an oynaması gereken karakterin özelliklerine büründü. Ayrıca oyuncular, oynamadıkları her sahneye enstrümanıyla (akordeon, trompet, keman ve def) müzik yaparak eşlik ediyordu.

Gerçek olması çok muhtemel böylesine acı savaş hikâyelerini, hem bu kadar dramatik hem de bu kadar mizahi ve eğlenceli bir yolla anlatabilmek, acıyı anlatırken seyirciyi müzikten ve espriden bir an olsun mahrum bırakmamak ve oyuncu olarak hem böylesine başarılı bir performans sergilemek hem de sahnede fütursuzca eğlenmek ve tüm bunları ana dilinde değil de ekibin ortak dili olan İngilizceyle gerçekleştirmek dünyada eşine az rastlanır bir durum olsa gerek…

“Il Giardano Di Pinto/Plastic Garden” (4-8 yaş)

İkinci yabancı oyun TPO adlı İtalyan bir grubun oyunu olan “Il Giardano Di Pinto/Plastic Garden” (4-8 yaş) iki kişilik interaktif bir dans gösterisiydi. Dansçılar, sinevizyon ekranı gibi özel bir platformun üstünde, hareketleriyle resimler oluşturuyordu. Kimi zaman da platformda oluşan renkli şekiller dansçıların hareketlerini belirliyordu. Böylece yerdeki renkli şekillerle dansçılar arasında keyifle seyredilen bir interaktivite oluşuyordu. Müzik, efekt ve resmin dansla ortak bir yapı içinde var olduğu bu gösteri boyunca “algılar ve duyular arası” geçişler deneyimleniyordu (hareketten renge, renkten sese, sesten harekete gibi) ve bu deneyim sık sık çocuklara da yaşatılıyordu. Dansçılar zaman zaman büyülenmiş gibi renklere ve durmadan hareket eden şekillere bakan çocukları yavaşça ellerinden tutup sahneye alıyorlardı ve kenara çekilip çocukların bu deneyimin tadını çıkarmasına izin veriyorlardı. Bir süre onların bu oyunu keşfetmelerini izledikten sonra yine yavaşça ellerinden tutup yerlerine oturtuyorlardı. Seyir ve oyun yerinin aynı seviyede olması da bu iletişimi ve katılımı kolaylaştıryor, çocukların hemen oyuna dâhil olmalarını sağlıyordu şüphesiz.

Oyunda baştan sona takip eden belli bir olay örgüsü vardı diyemem. Hikâyenin bir yerden başlayıp belli bir noktaya taşınması gibi bir durum da söz konusu değildi çünkü zaten anlatılan tek bir hikâye yoktu. Yalnızca farklı tekniklerin kullanımı sayesinde, beden ve duyuların farklı deneyimler tecrübe etmesi ve çocuklarla da bu tecrübenin paylaşılmasıydı söz konusu olan. Bu da başarıyla gerçekleşiyordu.

“Hatching Day” (3-10 yaş)

Finlandiya’dan “Hatching Day” (3-10 yaş) adlı oyunsa tek kişilik bir kukla oyunuydu. Yumurtadan itibaren bir hayvanın doğum ve büyüme serüveni, kendisini ve çevresini keşfedişinin öyküsü anlatılıyordu oyunda. Oyuncu el ve ayaklarına geçirdiği beyaz elastik bir kumaşla kendini gittikçe büyüyen bir hayvan haline getirdi ve büyümeyle gelen kendini keşif hikâyesini başarılı beden ve kukla kullanımıyla anlattı. Oyunda hiç söz yoktu ve oyuncu dışında bir de kocaman bir güne bakan çiçeği vardı sahnede. Oyuncu, sahnelemeye ve obje/kukla kullanımına dair bulduğu yaratıcı çözümlemelerle, ayrıntılarda kendini belli eden mizahi bir anlatım yakalamıştı. Tüm bu özellikleriyle sade, naif ve oldukça başarılı bir oyundu “Hatching Day”.

“The Beach” (10 yaş ve üstü)

Danimarkalı Zebu adlı grubun oyunu olan “The Beach” (10 yaş ve üstü) tamamı sahilde geçen üç kişilik sözsüz bir oyundu. Arkaya konulmuş bir fon perdesi, üzerine yansıtılan deniz görüntüsüyle uçsuz bucaksız bir deniz, önündeki ahşap platformsa kumsal olmuştu.

Küresel ısınmanın tabiat üzerindeki tahribatını anlatan oyun, güle oynaya deniz kenarına güneşlenmeye gelen üç kişilik bir aile tablosuyla başlar. Anne ve babasının abartılı neşe ve vurdumduymazlığına karşın, çocuk üzgün ve düşüncelidir. Onlardan uzak bir köşeye oturup kumlarla oynamaya başlar ve kumların içinden küçük bir cam küre bulur. Bundan sonra sahnede gördüğümüz her şey çocuğun cam kürede gördükleridir artık. Deniz kenarında geçen sahnelerdeki hikâyelerin hepsi de denizin -aslında suyun- insan hayatındaki önemini anlatır gibidir. Pek çok farklı kukla kullanımıyla birbirinden yaratıcı ve eğlenceli sahnelerin gösterildiği bu bölümden sonra, fon perdesi büyük bir dalga sesiyle yükselir ve tüm kumsalı içine alır, üzerinde ne var ne yoksa hepsini alır götürür. “Sular çekildiğinde” az önceki o eğlenceli ve kalabalık kumsaldan geriye sadece birkaç iskelet ve taş parçası kalmıştır. Denizin yerindeyse kurak topraklar vardır artık. Bu tablodan sonra, fon perdesine yansıyan çeşitli efektler yoluyla tekrar çocuğun cam küreyi bulmadan önceki anına geri döneriz. Çocuk sanki o küreden geleceği görmüştür ve gördükleri karşısında dehşete kapılmıştır. Fakat yine de o anda deniz, kumsal ve ailesi hala yerli yerindedir. Anne ve babası da az önceki düşü çocuklarıyla birlikte görmüş gibidirler ve onlar da en az çocuk kadar etkilenmişlerdir. Oyunun sonunda tekrar bir araya geldiklerinde o anlarının, birlikteliklerinin ve denizin, kumsalın tadını çıkartarak, birbirlerine daha da bağlanmış olarak sahneden ayrılırlar.

“Storia di Una Famiglia” (7 yaş ve üstü)

“Storia di Una Famiglia” (7 yaş ve üstü) adlı İtalyan oyunu bir ailenin gündelik hayatını, koşuşturmalarını, bu telaş içinde birbirlerini nasıl unutuverdiklerini ve hatta kimi zaman birbirlerine yabancılaşabildiklerini anlatan sözden ziyade bedensel yolla anlatıyordu. Bu nedenle de sahnede dekor namına bir tek masa -tüm ailenin hep birlikte bir araya geldikleri yegâne mekân- ve tepesinde bir de kırmızı abajur vardı. Anne, baba ve çocuktan oluşan oyun kişileri hayatlarındaki rutini anlatmak için sık sık hareket ve anlamsız söz tekrarları yapıyorlardı. Bu anlatım yolu bazen sıkıcı bir hale geliyorsa da oyundaki komiği yaratmak adına oyuncuların temel dayanaklarından biriydi.

Anne sürekli mutfakta yemek ve iş yapıyor, baba her sabah aynı saatte işe gidip akşamları aynı saatte yorun argın eve dönüyor ve ailesiyle pek fazla ilgilenmeden gazeteye gömülüyor, çocuksa sabahları okul, akşamları da ders çalışma temposunda koşturuyordu. Bir yandan da anne ve babasını bir araya getirmeye, ailenin içindeki, kaybolmaya başlayan dengeleri kendi çocukça yöntemleriyle yerine oturtmaya çalışıyordu. Tüm bu gündelik telaşların yalnızca hiçbir kostüm ve dekor yardımına başvurmadan yalnızca oyuncu performansıyla anlatılıyor olması oyunun başarılı bulduğum bir yanıydı.

“African Cindrella” (13 yaş ve üzeri)

“African Cindrella” (13 yaş ve üzeri) oyunu benim için bienalin en özel ve ilginç tecrübelerinden biriydi. Afrikalı grup “Külkedisi-Sindrella” adlı masaldan uyarladıkları oyuna pek çok yerel öğe katmışlardı. Kalabalık bir oyuncu kadrosundan oluşan ekip, birbirinden renkli yerel kıyafetleriyle, ellerindeki davullar ve irili ufaklı vurmalı aletleri eşliğinde canlı bir şarkıyı söyleyerek girdiler salona yan kapılardan. İçeri girmeleriyle birlikte, ona kadar her yere hâkim olan İsveç’in asil buz mavisi rengi, bir anda turunculara, sarılara, morlara, doğada tüm canlılığıyla karşımıza çıkabilecek her renge ve sese dönüştü bir anda. Oyunu çoğunlukla çıplak ayakla oynayıp dans eden oyuncular topraktan beslenir gibi gelen yoğun enerjileri ve doğallıklarıyla tüm salonu bir anda sarıverdiler sanki. Oyunun başında olduğu gibi, pek çok geçiş yerinde müzik ve dans vardı. Danslarındaki, bastıkları yere ve soludukları havaya hâkim oldukları duygusunu uyandıran doğallıkları, müziklerdeki hareket ve canlılık, yaklaşık iki saat süren oyuna derin ve ferah nefesler aldırıyordu.

Oyun dili İngilizce olduğundan, metinde yapılan uyarlamaları takip edebildik. Metne çoğunlukla sadık kalınmıştı. Yalnızca orijinal masalda olmayan kimi yan karakterler eklenmişti ve oyun Afrika’da geçiyordu. Oyuna eklenen yerel öğelerse çoğunlukla dans ve müzikle bağlantılıydı. Örneğin Cinderama’nın (masaldaki Sindrella) annesi vefat ettiğinde komşu kadınlar ölünün arkasından bir ağıt töreni yaptılar yerel şarkı ve danslarıyla. Oyunu o kadar içten uyarlamışlardı ki yaptıkları her eylem, söyledikleri her söz onlarındı.

Prens kendine eş seçmek için bir dans gecesi düzenlemişti örneğin. Dansını en çok beğendiği kızla evlenecekti. Tabii ki Cinderama da katıldı bu geceye ve Prens en çok onun dansını beğendi. Fakat gece saat on iki olduğunda Cinderama’nın gitmesi gerekti. Çünkü saraya gidebilmesi için, terzilik yapan bir arkadaşı müşterisi için diktiği elbiseyi vermişti ona ve saat on ikide müşteri gelip elbisesini terziden alacaktı. Cinderama aceleyle çıkarken dans pistine boncuktan yapılma kemerini düşürdü. Tabii Prense’de aniden ortadan kaybolan bu kızı bulmak için kemerin sahibinin peşine düşmek kaldı. Tüm evler arandı ve o incelikte bir bel bulunamadı, taa ki Cinderama’nın evine gelip onu bulana kadar. Oyunun sonunda elbette ki kavuştular fakat Cinderama’nın bir an önce evlenmek isteyen Prens’ten bir isteği vardı: evlenmeden önce eğitimini tamamlamak. Prens, en az tüm Prensler kadar mükemmel olduğu için onun bu isteğini anlayış ve sevgiyle karşıladı ve oyun bu mutlu sonla, yine dans ve müzik eşliğinde tamamlanmış oldu. Oyunun tek eleştirebileceğim yanı biraz uzun olması ve insanı tebessüm ettiren bir naiflik olarak değerlendirdiğim “deus ex machina” tarzı bir takım çözümlemelerdi. ( Prens eve geldiğinde zorla bir odaya kapatılan Cinderama’nın sahnenin sonlarına yaklaşıldığında birden odadan fırlayabilmesi gibi.) Bunun gibi bazı ayrıntılar dışında takdir ve ilgiyle seyrettiğim, dans ve müziklerindeki doğal estetiklerine hayran kaldığım bir oyundu “African Cinderama”.

İsveç’teki Bibu.se bienali, tüm bu izlenimlerle yoğun ve güzel bir tecrübe olarak çocuk ve gençlik tiyatrosu dağarcığımda yerini almış oldu. Katkılarından dolayı Assitej Türkiye’ye ve çok sevgili hocam Tülin Sağlam’a buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.

Assitej

Paylaş.

Yanıtla