Eskişehir’den Bahar Tadında Bir Festival

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Ceren Okur (04.04.2010)

Bu yıl 20-25 Mart arası düzenlenen 5. Uluslararası Eskişehir Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’nin ancak 2. ve 3. günlerine gözlemci olarak katılabildim. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, festival komitesi nasıl sorunlarla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar bana bunların hiç biri yansımadı. Festivalden benim aklımda kalanlar öncelikle Şafak Özen’in ve ekibin diğer üyelerinin sıcak karşılamaları, harika oyunlar ve Eskişehir’in ılık tadı oldu. Ülkemizde, hele de uluslararası festivaller bin bir güçlükle yapılıyor ama Eskişehir Devlet Tiyatrosu Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu Birim Başkanı Şafak Özen’in önderliğinde düzenlenen, genel koordinatörlüğünü Basri Albayrak’ın yaptığı festivalde ortaya niteliği yüksek bir iş çıkmış. Emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür etmek isterim.

Seyrettiğim oyunlara geçmeden önce bu festivalin bir özelliğinden daha söz etmek isterim. Assitej Türkiye Merkezi önderliğinde 2007 yılından bu yana sürdürülen, Ortadoğu Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği (AMECYT) Buluşması bu yıl, Festival bünyesinde Eskişehir’de gerçekleştirildi. Buluşma için Suriye, Lübnan, Ürdün, Hollanda ve ülkemizden Eskişehir’e gelen temsilciler bölge içinde yapılabilecekleri tartıştılar. Bu buluşmaların çocuk ve gençlik tiyatrolarındaki niteliği artırdığı ve ülkeler arası ilişkileri güçlendirdiği açıktır.

Gelelim oyunlara, iki gün içinde altı oyun izleme fırsatım oldu. Bunlardan biri prodüksiyon, biri dans tiyatrosu, biri tekrarsız bir gösteri, biri gençlik oyunu diğer ikisi kukla tiyatrosuydu. Biçimin zenginliği festivalin niteliğini de artıran ve göz dolduran bir unsur olarak göze çarpıyor.

Hollanda’dan De Stilte Dans Kumpanyası Delifişek (Madcap) adlı dans gösterisini sundu. Yaklaşık altı yüz kişilik dolu salona oynayan oyunda çocukların pür dikkat dans tiyatrosunu izlemeleri görülmeye değerdi. Elli dakika süren oyunun konusu bir çiftlikte geçiyordu. Çiftlikte yaşayan üç kızın arkadaş olma-olamama ve aralarındaki duygusal ilişkiler naif biçimde gözler önüne seriliyordu. İki kişinin arkadaş olması kolaydır ama üçüncü kişi bu arkadaşlığa girmeye çalıştığı zaman insani zaaflar gözler önüne serilmeye başlar. Arkadaşlar arasındaki ilişki çiftliğin günlük yaşamı içinde basit objelerle sade ama bir o kadar da yaratıcı ve ilgi çekici tasarımlarla verildi. Grup dansta soyut yerine somut yaklaşımları tercih etmişti. Kareografi ustaca hazırlanmış ve yetkin dansçılar tarafından sergilenmişti. Tekniğin oyunun önüne geçmesine izin verilmeden tiyatro hazzını dansla yaşatabildiler. Açıkça belirtmeliyim ki, dans tiyatrosuna sevememe yaklaşımım bu oyundan sonra kırıldı. Basit metal objelerle patikada binilen bisikletler, yumurta toplamalar, ağaçlara tırmanmalar ve oyun boyunca kullanılan metal objelerin bileşiminden oluşturulan mükemmel bir inek, seyirciyi sahnede olmayan kır çiçeklerinin ve saman kokusunun arasına götürüverdi. Müzik ve ses kullanımı sadece öyküye hizmet etmek etmek için gerekli yerlerde kullanıldı. Müzik ve efektlere söz olarak dayanmak yerine sadece tiyatronun tamamlayıcı bir unsuru olarak yaklaşılmıştı. Karşımıza dans figürlerinden oluşan dekorsuz, kostümsüz kocaman bir dünya kurmayı başardı De Stille Dans Kumpanyası.

Ankara Mavi Sahne’den Cin Fikir adlı tekrarsız gösteri seyrettiğim ikinci oyun oldu. Aslında açık havada yapılması planan gösteri, Nevruz kutlamaları nedeniyle Haller’de ortaya konan bir platform üzerinde yapıldı. 55 dakikalık gösteride tiyatro sporunun egzersizleri çocukların katılımıyla tekrarsız bir gösteriye dönüştürülmeye çalışıldı. Ankara’da oldukları için sezon başından beri merak ettiğim ama bir türlü izlemeye fırsat bulamadığım Cin Fikir gösterisini festival kapsamında izlemek bir şans oldu benim için. Gösteri ekibi, üç oyuncu ve iki müzisyenden oluşuyordu. Müzisyenler oyun sırasında müzikle gösteriye destek veriyor ve zaman zaman dramatik bir unsur olarak gösteriye karışabiliyorlardı. Gösteri çocuklardan gelen önerilerle şekillenen ve o anda orada yapılan bir şarkıyla başladı. Çocuklarla gösteriyi başlatmak için iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum bu başlangıcın. Şarkıdan sonra tiyatro sporu egzersizleri çocukları da içine alacak biçimde devam etti. Çocuklar, oyuncular yardımıyla gösteriye dahil olmaya çalıştılar ancak çocukların alışık olmadıkları bu tarzda başarılı oldukları söylenemez. Gösterinin bir platform üzerinde yapılmasının da bunda etkisi olduğunu düşünüyorum. Oyuncuların kullandıkları yaka mikrofonları çocuklarla kurulacak olan sıcak ilişkiyi sekteye uğratan başka bir teknik etmendi. Gösteriye katılan çocuklarında ellerine aldıkları mikrofonları kullanma zorunluluğu ve platform üstünde oluşları katılımdaki zayıflığın nedeni olarak açıklanabilir. Elli beş dakika ayakta seyredilen bir gösteri için oldukça uzun bir süre. Aynı gösteri bir parkta mikrofonsuz ve platformsuz bir alanda yapılsa, tiyatro değil ama hoş bir etkinlik olarak değerlendirilebilirdi. Oyuncuların beyaz gömlek üzerine giydikleri parlak satenden frak benzeri kostümleride olmasa şöyle daha gündelik kıyafetler içinde olsalar oyunyeri-sahne yeri algısı kırılabilir ve Cin Fikir gösteriden daha çok, hoş bir etkinlik olarak hafızalarda yer edebilirdi.

Ankara Devlet Tiyatrosu, Narnia Günlükleri ile festivale katıldı. C.S. Lewis’in yazdığı, Irita Kutchmy’nin uyarladığı, Işıl Kasapoğlu tarafından yönetilen müzikal, iki saat elli dakika uzunluğundaydı. Oyunun müzikalitesine diyecek yoktu ama tiyatro olarak bakıldığında seyirciyi kucaklayan bir yapı ile karşılaşamadık. 39 kişilik oyuncu kadrosu ve 7 kişilik orkestrasıyla görkemli bir prodüksiyon yapılmaya çalışılmıştı. Oyun en azından devlet tiyatrosunda görmeye alışık olduğumuz henüz tiyatro olamayan gösterimleri aşacak seviyedeydi. Çok çalışıldığı belli olan müzikalde kostüm tasarımlarının ve makyajın görkemli olmasına özen gösterilmişti. Ancak bu görkem arasında ne kostümler ne öykü ne de hayvan karakterler seçilebiliyordu. Bir kaç oyuncunun rolünün hakkını verme çabası dışında, karşımızda işlenmemiş oyunculuklar ve zayıf danslarla bir prodüksiyon denemesi vardı. Daha önceden romanı okumamış ya da filmini seyretmemiş olanların konuyu takip edemeyeceği biçimde oyun müziğe teslim edilmişti. Müzikali, Devlet Tiyatrolarında bir deneme olarak kabul etmekte ve çocuklar için güncel bir müzikal sahneye koyma düşüncesi olarak görmekte fayda var. Yine de bunca harcanan çaba ve yatırımla daha neler yapılabileceğini hayal etmeden duramıyorum.

Sırada bir gençlik oyunumuz var; Aşk Tutkunu. Rusya’dan Sakhalin Puppet Theatre’ın sahnelediği, Bryan Macavera’nın yazıp, Petru Vutcarau’nun yönettiği oyun bir buçuk saat sürüyor. Oyun Pablo Picasso’nun ilk ve tek resmi eşinin, Rus balerin Olga Hohlova’nın tarjik öyküsü. Mükemmel bir oyunculuk, iyi bir sahne tasarımı ve kara tiyatro tekniğini başarıyla uygulayan diğer oyuncular ortaya seyredilmeye değer bir oyun çıkarmışlar. Özellikle kara tiyatro tekniği bu oyunda anlamı mükemmel bir biçimde tamamlıyor. Parçalanma-birleşme, kahramanın geçmişinin soyutlanarak gösterilmesi, bu teknikle başarılı bir biçimde gözler önüne seriliyor. Oyuncunun anlatısı bu teknikle zenginleşiyor, anlam kazanıyor ve seyirci kahramanın yaşadığı hayatın katmanlarını düşünme fırsatı bulabiliyor. Özellikle mekan anlatımlarında kullanılan yansı ise teknik olarak gereksiz görünüyordu. Olga karakterini oynayan oyuncunun gözlerimiz önüne serdiği bu yerler imgelemimizde canlanırken, dikkatimizi oyuncudan alıp geri plandaki görseli seyretmek oyunun bütünlüğünü bozuyordu. Bütün oyun tek kişinin anlatısıyla deniz kenarında gerçek kumların üstünde oynandı. Kum taneleri olan hayatlarımız nasıl da birbirine değip geçiyor ve kalıcı izler bırakabiliyordu. Oyundan çıkınca, neden özellikle gençlik tiyatrosu olduğunu düşündüm. Oyun ruhuma değmişti, teknik ve oyunculuk çok iyiydi ama konu beni pek ilgilendirmiyordu açıkçası. Oyunda ilk katmanda gördüğüm, hayatını bir aşk ve inat uğruna heba etmiş bir kadındı ve bütün bunların sorumlusu olarak eski kocasını görüyordu. Orta yaşlı insanları ilgilendirecek zengin bir konu olmasada kendi kendime şöyle düşündüm, bir genç bu oyuna nasıl bakar? Hayatında henüz önemli ve kendini yaşam boyu etkileyecek kararları vermemiş olan genç bu oyundan pek çok anlam çıkarabilecek ve kendi içinde tartışabilecektir. Oyunda aşk, çocuk, koca, aldatılma, meslek, meslekten vaz geçme özelinde aslında kim olduğumuz ve kim olmak istediğimiz sorularının tartışabileceği boyutlar var. Gençler değil midir ki, hayatı ve kim olduklarını, ne olmak istediklerini tartışsınlar?

Sırada iki kukla oyunumuz var. İlk kukla oyunu hepimizin yıllardır bildiği Ankara’dan Tiyatro Tempo. Ahmet Önel’in yazdığı, Haluk Yüce’nin yönettiği oyunun adı Ezgimizi Kim Çaldı? Oyun çalıştığı sirkten ayrılan bir palyaçonun öyküsünü anlatıyor. Elli dakika süren ve kara tiyatro tekniğinin kullanıldığı bu oyun, sekiz yaş üstü çocuklar için tasarlanmış. Müziğin Kalbi oyununun devamı gibi görünen Ezgimizi Kim Çaldı, aynı başarıyı yakalamaktan uzak kalıyor. Sahnede çok emek harcandığı belli olan, onlarca kukla figürü var ama form olarak özellikle baş kahramanlar yani müzik aletleri davul ve viyolonsel dışında başarılı olamamışlar. Tiyatro oyununda emek her zaman nitelik olarak bize geri dönmüyor ne yazık ki, özellikle sirk sahnesinde kullanılan kuklaların nicelik zenginliğini nitelikte yakalamak mümkün olmadı. Yaratıcılığı ve öykü anlatımındaki ustalığı ile tanıdığımız Haluk Yüce, sirk sahnesindeki onca figürü öyküleyerek anlatsa eminim oyun çok daha ilgi çekici hale gelebilirdi. Oyunu Ahmet Önel yazmasına rağmen usta kaleminin izlerini bu oyunda sürmek imkansız görünüyor. Ortada iyi bir metin olmayınca ,bu tecrübeli ekibin iyi bir iş çıkarmasını beklemekte haksızlık olur. Oyunun hoş yanı kara tiyatro tekniğini kullanmasıydı. Çocuk izleyicilerin çoğu bu tekniği bilmedikleri için sahnede yeni bir teknik görmüş oldular ve heyecanlandılar, ancak bu bile yeterli kılmaktan yoksun.

Diğer kukla oyunu ise Bulgaristan’dan Dora Gabe Devlet Kukla Tiyatrosu. Sharl Pero’nun yazdığı Daniela Hristova’nın yönettiği Çizmeli Kedi’de, masal kuklalar yardımıyla anlatılıyor. Oyunculuklar ve dekorun kullanımı yaratıcıydı. Çeşitli formdaki ahşap tasarımlar oyunun sahnelerine göre birleşiyor, açılıyor, yeni bölümleri ortaya çıkıyor ve metal aksesuarlarıyla zengin bir sahne tasarımı olanağı sunuyordu. Oyunun baş kahramanı kedi kuklası peluştan tasarlanmasına rağmen göz doldurucuydu ve içtenliğini yitirmemişti. Aynı şeyi ana kahramanların kuklalaları için söylemek zor. Dev kuklasındaki yaratıcılık, köylü kuklalarının sevimliliği üç ana karakterde yoktu. Onlarda yaratıcı kukla tasarımının ürünü olsaydı çok daha keyifli bir oyun izleyebilirdik. Oyun, ahşabın tasarımda kullanılması ve ışığın yardımıyla genel olarak kahverengi tonlara hakimdi. Grup bildiğimiz bir masalı bize sevimli ve yaratıcı biçimde sıcak bir atmosferde oynadı. Özellikle bütün oyunu Türkçe olarak oynamaları, belki de tek bir oyun için bunca zahmeti göze almaları seyircilerine karşı duydukları saygıdan olsa gerek. Türkçe oynarken aksanlarından ve tonlamalarından doğan komikler ise oyuna ayrı bir samimiyet ve tat kattı.

Festivalde iki günde görebildiğim oyunlar bu kadardı. Ancak paylaşmak istediğim bir durum daha var. Oyunlardan birinde çocuk seyircinin konuşmasından rahatsız olan bir oyuncu oyun bitiminde sahneye çıkıp yaka mikrofonu olduğu halde, izleyicileri azarladı ve konuşan izleyicinin sahneye çıkmasını istedi. Zarif bir dille sorulmayan bu soru hepimizi irkiltti, özellikle çocukları. Gözlemlediğim kadarıyla özellikle rahatsızlık veren bir durumla seyirci olarak karşılaşmamıştım ancak oyuncu rahatsız olduğuna göre ortada bir sorun vardı. Çözüm nasıl olmalı? Böyle bir sorunda oyundan sonra oyuncunun sahneden izleyiciyi azarlama hakkı var mıdır, olmalı mıdır? Bu bir tartışma konusu olabilir elbet ama kanımca oyuncunun oyuna dair söyleyeceği her şey sahnede olmalıdır, seyircisine dair de. Elbette oyuncunun sahneyi terk etme, oyunu bırakma hakkı olmalıdır ama seyirciyi suçlama hakkı olduğunu düşünmüyorum.

İki gün boyunca izlediğim oyunlar beni şu soruya geri döndürdü “çocuk tiyatrosu nasıl olmalı?” Yanıtı aslında hem çok basit hem de verilemeyecek kadar zor. Bir çocuk tiyatrosu “tiyatro” gibi olmalı. Tiyatro sanatının bir örneği olmalı. Pişmiş olmalı, dibi tutmamalı, kıvamında olmalı. Bunun ise bir matematiği yok. Çocuk tiyatrosu sanatsal bir form olmalı, tiyatrodan ayrı düşünülmemeli. Bu kavramları nasıl anlatırız sorusu ise başka bir yazı konusu olmalı.

Festivaller aslında seyrettiğimiz nitelikli oyunların ötesinde daha önemli bir işlevi yerine getirirler. Tanışma ve buluşma, mesleki düşünceleri paylaşma yerleridir festivaller. Eskişehir festivalinin sıcak misafirperverliği, bu misyonu fazlasıyla yerine getiriyordu. Güzel ve hızla gelişen bir anadolu kentinde yapılan bu festivalden olumlu duygular, yeni ilişkiler ve yeni proje taslakları ile ayrıldım. Bir festivalin kazandırması gereken de bunlar değil mi?

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ceren Okur

1 Yorum

  1. Pingback: De Stilte’nin Delifişeğ’i (Madcap) İstanbul’da!  | Mimesis

Yanıtla