2002 yılında Fransız televizyon kanalı Arte ve La Ferme Du Buission tarafından başlatılan ve gösteri sanatları ile imaj arasındaki ilişkiye odaklanarak yeni sanatsal formlar ve işbirlikleri yaratmayı hedefleyen disiplinler arası “Temps D’images (Görüntü Zamanı)” projesi, garajistanbul’un da katılımıyla kendi sınırlarını çoktan aşmış. Bugün Avrupa’da 10 ülkenin, Belçika, Estonya, Fransa, Almanya, Polonya, İtalya, Portekiz, Romanya, Macaristan ve Türkiye’den 11 kültür kurumunun ortak olduğu; sanatçıların, sanatsal üretimin ve üretimlerin dolaşımının desteklendiği, deneyimlerin, fikirlerin ve sanatsal araştırmalarının paylaşıldığı aktif bir platform oluşmuş. Ortak amaçların çevresinde bir araya gelen bu kurumlar, her yıl programını kendi oluşturduğu “Temps D’images” festivalini düzenler hale gelmiş.
Şenlikte yıl boyunca gerçekleştirilen ortak yapımlar, “chantier” adıyla araştırmalar, dans, tiyatro, müzik gösterileri, yerleştirmeler, film gösterimleri, atölye çalışmaları, konferans ve seminerler yer almakta. Öğrendiğime göre festivaldeki gösteriler, video ya da multimedya görüntülerini dramaturgik unsur olarak kullanarak sahneye aktarılan ya da filme çekilen, gerçek karakterlerle tasarlanan eserlerden oluşmakta ve bu eserler geçmiş ya da gelecek arasındaki ilişkiye odaklanmakta. Sanatçıların yaratımları ve görünürlük kazanmalarını destekleyen festival, yeni sanatsal biçimlerin araştırılmasını, üretilmesini, sahnelenmesini amaçlayan garajistanbul’da da bilindik tanımların yeniden tartışılacağı bir platforma dönüşmekte.
Dünya prömiyeri 26–27 Mayıs 2009’da “Temps d’images Festivali”nde Rotterdam’da gerçekleştirilen ve garajistanbul’da sahnelenen Murat İpek’in yazdığı, Ali Cem Köroğlu’nun tasarlayıp, yönettiği, ’ün müziklerini yaptığı ve Kontrtenor ’in oynayıp, seslendirdiği “yeni opera/oyun” türünün örneği “Dar-ül Love”ı ben geç izleyenlerdenim.
“Yeni Opera” kavramının Türkiye’deki ilk örneği olduğu savlanan “Dar-ül Love”, tek kişilik bir oyun. Eserde bir kontrtenor, günümüz İstanbul’unun arka bahçesinden Ortadoğu’nun masalsı atmosferine kendi “aşk evi”ni anlatırken, Yafta’dan Alara’ya uzanan yolda Osmanlı edebiyatından modern müzik formlarına, Ortadoğu’nun masalsı atmosferinden günümüz İstanbul’unun karanlık arka bahçesine doğru akan bir yolculuk gerçekleştiriliyor. Murat İpek, eserini kısaca: “Kırıldığı yerden keskinleşen bir aşk yolculuğu… Erkeğin erkeğe aşkında herkesin rolü kayıp… Bir travesti zaman ve mekanı yitirmiş son rüyasının içinde sokakların bilediği topuklarıyla, karanlığın bilediği yalnızlığında yürüyor ölümüne doğru. Ne kendinde izini sürdüğü kadın, kadın; ne de dokunduğunu sandığı erkek, erkek… Yalnızlık, yaşlanmak ve korkmak üzerine bir yeni opera…” olarak tanımlıyor.
Nasıl bir operadır bu “Yeni Opera” bilgim yok, onun için ahkam kesmeyeceğim. Bilebildiğim “Yeni Opera”nın çok geniş bir alana yayılan ve şimdilik sadece bolca tartışılan bir tanım olduğu. Klasik opera formunun dışına taşanları bünyesine katan, esnek bir yapı olduğu… Gerçek yaşamdan esinlenerek yazılmış konular mı içerir, yepyeni orkestral teknikler mi vardır, anlam kazanan ve öne çıkan librettolar mı yazılmıştır (ya da yazılacaktır), konuşmaya benzer şan partileri mi bestelenmiştir, göğüsten söylenen yürek paralayıcı pes partiler mi terennüm edilmektedir vallahi bilmiyorum. Bilmiyorum, ama bu türün operaların içine girebileceğini, sineceğini, derinliklerinde yüzebileceğini; sıradan, basit, yoksul insanların, aldatılan ve namus cinayeti işleyen erkeklerin, herkesi kendine aşık eden, hafifmeşrep kadınların, aldatılan zavallı yoksul genç kızların, kimi kez işçilerin, kimi kez engelli karakterlerin ve elbette eşcinsellerin artık operalarda yer alması zamanı gelmiştir diye düşünüyorum. Sahnede, günümüzdeki yaşamından kesitlerle karşılaşan izleyicinin sahne ile arasına koyduğu uzaklığı daraltacağını umuyorum.
Gerçek üstü kahraman Hamel’in, (galiba 1.) Anadolu Selçuklu Sultanı Keykubat’ın teknesiyle Yafa kıyılarından Alanya Kalesi’ne yaptığı onurlu ölüm yolculuğunda şöyle bir anlatı var: “Dürbün menziline girdiğini bilen Hamel, kaftanının önünü açarak, sarı şifondan yapılan uzun iç gömleğinin uçuşmasına müsaade etti ve ellerini zarifçe arkaya doğru sallayıp ardından başının üzerinde birleştirdi. Güvertenin hemen gerisinde duran Mısırlı çalgıcılar teflerine, zillerine vurmaya kıyamadılar. Hamel arkasına dönüp bakmadı bile. Tekrar aynı hareketi yaptığında ziller, tefler, davullar sirenlerin o muhteşem müziğiyle birleşerek, ruhunda yükselmeye başladı. Hamel dikleşti ve gözlerini kapatarak sadece durdu. Mermer bir heykel gibi durdu. Keykubat, kendisine sokulmuş uyuyan, teni ateş, sarışın genç oğlanın tanrısal güzelliğine bakarken mavi ile kızıl arasında yankılanan müziği duymadı. Duymak istemedi.”
Murat İpek’in, altyapısını tümüyle elektronik efektle kurguladığı eseri bu anlatıdaki lirizmi baştan sona koruyamıyor. Gerek müzik tasarımı, gerekse sahneleme anlamında müthiş cesur, tabuları zorlayan güç, metnin tümüne “sari” olmuyor. Murat İpek’in metninde parça parça “hoş” duran içerik, sahneye aktarılırken izleyiciye çok geliyor. Sahnedeki karakter de aynı Hamel gibi aşkı bulamıyor, tamam da anlatılanlar sadece Hamel ve Keykubat ilişkisiyle sınırlı kalmayıp, Beyoğlu’nun arka sokaklarına, Rumeli Han’a, Elmadağ Caddesi’ne sarkıp günümüzle bağlantı kurulmaya çalışılınca seyircinin imgelemi birbirine karışıyor. “Yalnızlık, yaşlanmak ve korkmak üzerine bir yeni opera…” tanımından sadece bir travestinin yalnızlığı seyirciye geçiyor.
Armağan Kulualp, Burak Şentürk, Hakan Baycılı üçlüsünden oluşan Kapsül’ün müzikleri New-Age tarzının iyi örnekleri olarak kulaklara asılırken, müzikler atmosfer yaratmada başarılı oluyor. Ali Cem Köroğlu’nun kostüm tasarımını anlayamadıysam da ışık tasarımı oyuncuya ve gene kendi yaratımı minimalize ettiği dekoruna yardım ediyor. Ses kategorisi öyle zınk deyince bulunamayan, nadir rastlanan Harun Ateş de Ali Cem Köroğlu’nun yönetiminde belki fazla durağan, ama gene de “takdir-i şayan” bir oyun veriyor.
Benim eleştiri oklarıma karşın “Dar-ül Love” (neden “aşk” değil de “love” orası “meşkûk”), Türkiye’de bir ilk olmasıyla, özenli bir çalışma ürünü olmasıyla, konusuna cesur yaklaşımıyla, 2009–2010 sezonunun “farklı oyun”u olarak dikkat çekiyor.
…
‘GÖZLEMEVİ’ KÖŞESİNİN GÖZLEME KAVŞAĞI
Geçen hafta Ziraat Bankası’nın İstanbul Tünel Sanat Galerisi’nde “dibine düşengillerden”, Türkiye’deki heykel sanatının birkaç “yaratıcı” sanatçısından biri olan (ışıklar içinde yatsın) Saim Bugay’ın (1934–2008) kızı Başak Bugay’ın (1979) “Denge” başlıklı resim sergisini gezdim. Gezerken de, ressam öncelikle (Prof. Dr. Kıymet Giray’ın dediği gibi) toplumda aynı görevi yapan, aynı yararı sağlayan, aynı koşullarda yaşayan büyük insan gruplarının içinden seçtiği figüratif ekspresyonlarını sergilediğine göre, serginin adı neden “Denge” de “Sınıf” değil diye düşünmeden edemedim. Düşünmeden edemedim, ama genç ressamın cepheden bakarak resmettiği, asla kendi dünyasından olmayan o fazla kilolu kişilerdeki dışavurumcu, gerçekçi anlatım özellikleriyle, kimilerini sık sık çevremde gördüğüm sıradan insanları biraz da abartılı bir biçimsel anlatım diliyle ele alışını pek sevdim. Yalın figüratif bir biçeme bağlı kalarak az ve klasik renk anlayışıyla soyutlaştırdığı, hatta bazılarını karikatürize ettiği figürsel yapıtlarını tutkuyla seyrettim.
Başak Bugay için “dibine düşmüşgillerden” dedim ya, tiplemelerinin de tıpkı amcası ünlü Senarist, Oyuncu, Yönetmen, Dramaturg ve Yazar Umur Bugay’ın (1941) yarattığı karakterler gibi “stereotype”lar üzerinde devindiğini sezdim. Günlük yaşamın içinden (muhtemelen magazin dergilerinden) cımbızla çıkarılmış, ironiye bulanmış tipler bunlar, Başak Bugay bunları resmediyor. Ve diyeceğim o ki, Bengi Bugay bu ilk sergisinde düşüncelerini, duygularını, düşlediklerini, yaşadıklarını, amaçladıklarını çizgi sistemi ve kombinezonları bakımından olduğu kadar, renk açısından da bütünlüğe erdiren bir ressam olarak ortaya çıkıyor; özellikle öyküsel ve sosyal eleştirel biçemiyle dikkat çekiyor. Çizgide sağladığı statik-dinamik tepkiler, geometrik örgülere paralel olarak kullandığı soğuk-sıcak renk armonileri çok yakında Başak Bugay resminin olmazsa olmazları olacak, belli ki bu gerçeğe kendi de gönülden inanıyor. Tablolarında düzenin oluşumunu belirleyen figüratif ilişkiler, bir yüzey ortamında dengeleri dramatik abartmalardan incelikle arındırıyor.
Benden söylemesi…
Başak Bugay’ın sergisi (ay sonuna kadar) görülmeyi, izlenilmeyi, beğenilmeyi anasının ak sütü gibi hak ediyor.