Bu söyleşi 4 Eylül 2007’de İzzet Bana’nın Göztepe’deki evinde gerçekleştirilmiştir.
İzzet Bey ilk olarak bize tiyatroya başlamadan önceki hayatınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Esasında tiyatrodan öncesi diye bir şey yok. Ben küçüklükten başladım bu işe. Benim evdeki çocuk oyunlarım tiyatroydu. Üst ve alt kattaki komşu çocuklarını, tabiri caizse silah zoruyla, oyuna sevk ederdim. Maceracılık oynayalım, sen silahşör ol, ben kahraman olacağım, ben seni yakalayacağım gibi küçük ev oyunlarıyla başladı bu iş. O zamanlar ağırlıklı bizim Yahudilerin bulunduğu bir mekândaydık, Kuledibi’nde. 1950’li yıllardı. Her şey çok güzel geçerdi, bayramlarımız falan. Ahbaplarımız çoktu. Kuledibi’nde Yüksek Kaldırım’la kesişen meşhur bir Yahudi sokağı vardır. Turşucusu, gazetecisi, kasabı, hepsi aynı mahalledendi. Bizim evimiz bir bodrum katındaydı ve bir bahçesi vardı. Orada benim kendime göre bir dünyam vardı. 12-13 yaşıma kadar orada yaşadım. İlkokul yıllarım Musevi 2. Karma Okulu’nda geçti. Evimize çok yakındı. Daha sonra annemin yaptığı araştırmalar sonucu İtalyan Lisesi’ne gittim. İspanyolca bildiğim için, İtalyanca’yı da kolay öğrenirim düşüncesiyle… Ancak orta sonda Latince dersi vardı, biraz zor geldi. Önceki yıllarda İtalyan Lisesi’nde ticaret kısmı vardı, Latince okumamak için o kısmı seçmeyi düşünüyordum. Ancak o sene de o kısım kapandı ve ben ortada kalakaldım. Bunun üzerine ister istemez Özel Tarhan Koleji’ne geçtim. Tarhan Koleji’nde orta kısmı bitirdikten sonra artık okula devam etmek istemedim. Nasıl karar verdiysem, okula devam edemeyeceğime karar verdim ve iş hayatına atıldım. İlk başta yazları kırtasiyede çalışarak başladım. Sonra daimi olarak çalışmaya başladım, eşarp işine girdim, ardından yedek parça işine. Sonra işin içine askerlik falan girdi, dönüşte parfümeri işine girdim. Ancak tüm bu iş hayatı içinde ben sürekli derneklere gittim ve dernek tiyatrolarına el attım. Çalıştığım yerlerde patronlarım hep bu işten hoşnut oldular, beni desteklediler. Ben iş yerinden bütün planlamayı yapardım, sağa sola telefonlar yağdırır ve programlama yapardım. O senelerden itibaren her şey yoğun bir şekilde başladı. Her sene kafadan bir büyük prodüksiyon yapardık. Tabii ki bu büyük oyunlar büyük sahnelerde değil, bizim derneğimizin küçük, mütevazı sahnesinde yapılırdı. Bu aile sıfırdan iki üç kişiye, iki üç kişiden beş on kişiye, yirmi kişiye derken giderek büyüdü. Bugünlere kadar geldi. Hakikaten büyük bir tiyatro ailesine dönüştü.
Cemaat içerisindeki deneyimlerinizden uzun uzun bahsedeceğiz, ancak hayatınızın ilk dönemiyle ilgili birkaç ayrıntıdan daha bahsedebilir misiniz? Ailenizde tiyatroyla ilgilenenler var mıydı? Sizin çocukluk dönemi oyunları sonrasında tiyatroyla gerçek anlamda tanışmanız nasıl oldu?
Aile içerisinde tiyatrocu var mıydı sorusuna cevap vereyim. Benim büyükbabam hokkabazdı. Türk ya da Yahudi demeden tüm sünnetlerde çocukları eğlendirirdi. Dümbüllüvari şapkasını alır, çantasını alır ve o eğlence yerlerine giderek çocukları ve diğer kişileri eğlendirirdi. Öldüğünde çok küçük olduğum için ben göremedim ama babaannem ve babam bana anlatırlardı. Tiyatroyla tanışmama gelince… Bu işe ilk başladığımızda Onk Ajans vardı, bizler oraya gider ve oynanacak oyunlara bakardık. Tabii o zamanlar oyunları bilinçli bir şekilde seçmiyorduk, orada ne varsa, ne bulduysak onu oynuyorduk. O zamanlar istediğimiz anlamda tiyatro yapamıyorduk, tiyatroyla zaman harcıyorduk. Bu sırada sadece kendi tiyatromuzla ilgilenmiyorduk, seyirci olarak gittiğimiz tiyatrolar da vardı. Bu tiyatrolar içerisinde Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde oynanan deneysel oyunlar bizim çok ilgimizi çekmişti. Brecht’in Cesaret Ana ve Çocukları gibi oyunlarını oynuyorlardı. Onlardan esinlendik biz. Ve “acaba biz de buna benzer şeyler yapamaz mıyız” dedik. Aziz Nesin’den parçalar da içeren bir küçük oyunlar dizisi yaptık. Bu denemelerimizi Dostluk Yurdu Derneği içerisinde yürütüyorduk. Bizim halkımız bu tür denemelere alışık değildi. “Bunlar herhalde kafayı üşüttü” dediler bizim için. Bizim halk, tiyatroya geldi mi Lüküs Hayat gibi alışıla geldik oyunlar görmek istiyordu. Biz örneğin yukarıdan iple bir ekmek parçası sarkıtıyorduk, sahneden türlü türlü kişiler geçiyordu: Kimisi açtı, kimisi çok fazla bulmuş bıkmıştı, bir başkası görmemiş kafasını çarpmıştı vs… Bir başka örnek, bir kişi piyanodan bir nota çalıyor, ses karşı tarafa ulaşmadan onu geçmeye çalışıyor, sesin kendisinden önce oraya varmasını anlayamıyordu. Bunun gibi denemeler. Tabii bir de bunları seyirciye verebilme, anlatabilme derdi vardı. Seyirciyi kameraya çekiyorduk. Bu tür sahnelerden oluşan bir oyun yaptık, adı da Fikso’ydu (1977). Fikso bizim ilk önemli denememizdi. Başlangıçta her ne kadar yadırgandıysa da sonradan 25-30 kez sergilendi. “Fikso” kadınların haftada bir günü yaptıkları toplantıya verilen addı. Kelime Judeo-Espanyol (Ladino) olabilir, kesin konuşmayayım, ama “fiks” edilmiş, sabitlenmiş gün anlamına geliyordu. O gün kadınlar birinin evinde toplanırlar, dedikodu yaparlar, kağıt oynarlar vs… Oyunda dört erkek, kimisi sakallı, kimisi bıyıklı, peruklar takarak ve kürkler giyerek sahnede oturduk ve bu oyunu oynadık. Tabii sahne üstünden seyircilere hep dokundurduk, tiyatro yoluyla insanları düzeltmeye çalıştık. Bugüne kadar bu hep böyle gitti. Bu oyun çok akis yaptı çevrede.
Oyun dışarıdan gelecek seyirciye de açık mıydı? Yoksa sadece cemaat içerisinde mi izlendi?
Ağırlıklı olarak cemaat seyircisi izledi; çünkü oyun Judeo-Espanyol (Ladino) dilinde idi. Zaman zaman Türkçe de kullanılıyordu, hatta o günkü gösterim içerisinde Aziz Nesin’den bölümler falan da oynanmıştı ama bu Fikso ağırlıklı olarak Ladino idi. Bu arada dernek sahnesi de dışarıya kapalıydı, biz ancak dışarıda bir sahnede oyunlar oynadığımızda cemaat dışından insanlar gelebiliyordu. Diyebilirim ki bu oyun bizim başlangıcımız olmuştur. Bundan önce görev aldığım oyunlar daha çok çocuklara yönelik, onları derneğe çekme amaçlı oyunlardı. Derneklerin amacı tüm Yahudileri bir araya toparlamak, asimile olmalarını engellemek olduğu için bu önemli. Derneklerde herkesin bir görevi var, bizim işimiz tiyatro yapmak, başkalarının görevi fakirlere yardım etmek vb.
Yani önceki oyunlar biraz daha geleneksel kültürün devamlılığını, yeni kuşaklara aktarımını sağlamaya yönelik iken Fikso aslında modern bir deneme olarak mı ön plana çıkıyordu?
Evet. Öyle diyebiliriz.
Peki bu dönemde İstanbul’da Tepebaşı’ndaki Deneme Sahnesi dışında kendinize örnek aldığınız başka tiyatro grupları var mıydı?
Ses Tiyatrosu vardı, Yaygara 70 oyunu… Bu tür oyunlara anne ve babamla birlikte zevkle gittiğimiz hatırlıyorum. Onun dışında Arena Tiyatrosu vardı, Altan Karındaş’ın oyun tarzı bir başka türlüydü, beni çok etkilemişti, Anastasya adlı oyunu hatırlıyorum. O dönemlerde AST’ın bir oyununu izlemek için Ankara’ya gittiğimiz olurdu. İzmir’e gittiğimiz olurdu. Damdaki Kemancı’dan bahsetmeden geçemeyeceğim. AKM yanmadan önceki dönemde Devlet Tiyatrosu’nda oynanan, bilet bulmak için geceden sıraya girilen, Cüneyt Gökçer’in başrolde olduğu oyun. Bizim içimize içimize işledi bu oyun. Onu izledikten sonra ben aşağı yukarı üç ayrı grupla bu oyunu çalıştım. Bazen oyunun şarkılarından şarkılar geçidi yaptırdım. Erkek bulamadığımız da kadın oyuncularla oynadık. Kısacası üzerinde çok çalıştığımız bir oyundu. Bugün o oyunlarda çalışmış olduğumuz kişiler çocuklarını yolluyorlar bana, bazen torunlarının bile geldiği oluyor. O kişilerle bugün bile bir araya gelsek, o oyunda oynadıkları rolün lakapları olarak kaldığını görüyoruz: “Bak” diyorlar, “o zaman kasaptım, bana hala kasap diyorlar.”
Bugüne kadar görev aldığınız oyunları gösteren bir liste var elimizde. Burada yer alan ilk gösterinin adı Achriko. Buradaki göreviniz yönetmen olarak gözüküyor. En başından beri yönetmen miydiniz? Yönetmen yardımcılığı asistanlık gibi görevlerde bulunmadınız mı? Ya da soruyu şu şekilde sorarsak genel anlamda derneklerde eğitim süreçleri nasıl yürüyor? Siz temel tiyatro eğitiminizi nasıl aldınız?
Evet. En başından beri yönetmen olarak görev yaptım. Ama bana kalırsa benim yönetmenliğim “teknik yönetmenlik” denebilecek bir yön içeriyor. Yönetmenlik çok geniş bir kavram. Yönetmenlik tek bir kişinin yapabileceği bir iş değildir. En az sekiz on kişiden oluşan bir takıma ihtiyaç vardır. Ben daha çok topluluğun organizasyonunu üstlenirim: Sen şunu yap, sen bunu iyi yaparsın gibi görev dağıtımı yaparım. Ben başından beri hep bunu yaptım. Bu düzenlemenin sağlanması bir grup için çok gerekli bir olaydır. Ve ilk başladığımızda herkes sadece oyunculuğa aday olmuştu, “biz sadece oynarız” diyorlardı. Ben yönetmenlik yaptığım gibi teknik işlerin sorumluluğunu da üstlenirdim. Oyun sırasında ışık odasına gider ve tek tek tüm direktifleri verirdim. Elbette ki oyuncularla da çalışırım ama işin oyunculuk kısmı ayrıdır ve orada yetenek belirleyici olur. Bazı kişiler aramızda yer alır, maksat sahneye çıkmaktır, iyi oynayamasa da doğru oynuyor mu önemli olan budur. Max Frish’in Andora’sını hatırlıyorum (1980). Harbiye Şehir Tiyatrosu’na kar altında oyunu izlemeye gelen seyirciye müteşekkirim. Aynı zamanda çok da üzgünüm. Onları uyutmuştuk. İlk denemelerimizden birisiydi. Biz ister istemez deneme yanılmayla öğreniyoruz. Bu işin okulunu okumadık. Özdemir Nutku’nun birkaç kitabını okuyarak bu işe başladık. Ama bu kitapları da sadece işimize yarayacak bölümlerini karıştırarak okuduk.
Max Frish’in oyununun Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda sergilemiştiniz. Cemaat dışındaki seyirciye de açık mıydı?
Evet. Dileyen herkese açıktı. Bu oyunu seçmemin bir nedeni vardı aslında. Bu oyundan önceki oyunlar genelde cemaate dönük konuları ele alıyordu. Arada Aziz Nesin falan da vardı ama onlar da zaten cemaatte okunan, bilinen şeylerdi. Bu oyun önyargı üzerineydi. Karar vermeden önce iyi düşünmenin önemini, önyargının insanı ölüme kadar götürdüğünü anlatıyordu. Konu bizi etkilemişti ama bizim için fazlaca ağır bir oyundu. Biz bunun farkında değildik, sadece konuyu güncel bulduğumuz için seçmiştik. Bazı şeyler seyirciye ilgi çekici geldi ama bunu ustalıkla yönetmek, ustalıkla oynamak gerekiyordu. Biz ise metinde ne yazıyorsa sadece onu oynadık. Kostümlerimizi iyi kullandık. Ama oynadığımız sahnenin olanaklarından yararlanmayı bile bilemedik. Dernek sahnelerinden sonra o büyük sahnede nasıl duracağımızı bile bilemedik.
Daha önce cemaatin kendi tiyatrosunu dışarıya açma gibi bir girişimi olmuş muydu? Yoksa bu ilk miydi?
Olmuştu. Benden evvelki yönetmenlerden Albert Levi, benim bir oyunda yardımcılığını yaptığım Yuda Senegör, Filon Kohen (torunu Ferit Kohen geçen yıl Ulus Özel Musevi Lisesi tiyatrosunu çalıştırmıştı) şimdiki Atlas Sineması’nın olduğu yerdeki salonda büyük oyunlar yapmışlardı. Bir tanesi Los Marenos idi. Los Marenos, İspanyol Engizisyonu’nun baskılarına karşı dinlerini saklamak zorunda kalan Yahudilerle ilgili bir oyundu.
Hangi dilde sergilenmişti?
Judeo-Espanyol’du. Dileyen gelebiliyordu ama dil Judeo-Espanyol’du. Bundan sonra Unutulmayan Işıklar diye bir gösteri vardı. Bu da dışarıda sergilenmişti. Ancak bu kişilerin bir dernek hayatları yoktu. Sadece bu oyunları sergilemek için dernekle ilişki kurarlardı. Ancak bizim tiyatromuzda bu aile yapısı devam etti. Bayramlarda bir araya gelindi, kızlar ve erkekler kurulan diskoda tanışıp kaynaştılar. Böylece devam etti.
1982 yılına kadar genelde derneklerde yetişkinlerle yapılan çalışmalara katıldığınız anlaşılıyor. Bu tarihten itibaren Musevi 1. Karma Okulu’nda çalıştırıcılık başlıyor. Biraz bu okul çalıştırıcılığı deneyiminden bahseder misiniz?
Önceleri İstanbul’da iki okul vardı: 1. Karma ve benim okuduğum 2. Karma. 2. Karma daha sonra kapandı. Benim çocukluğumun geçtiği yer, bizim “Juderia” dediğimiz, yani “getto” dediğimiz bir yerdi. Belli bir süre sonra artık İstanbul’da bu kalmadı. Yahudiler değişik yerlere göçtüler. Şişli’de, Kurtuluş’ta ve şimdi neredeyse Kilyos’ta oturmaya başladılar. O mahalledeki kişi azlığı nedeniyle de o okul kapandı. 1. Karma’da çalışmaya başladığımda çok ciddi bir faaliyet yoktu, belki de olmuştu ama ben bilmiyorum. Bu konuyu çok fazla araştırmadım, ama herhangi bir şey de duymadım. İlk seçtiğimiz oyun Oscar Wilde’ın Mutlu Prens’iydi (1984 ve 1989). Bu oyunu birkaç jenerasyonla birlikte tekrar ettim, çünkü hoş bir konusu vardı. Bir kez Kenterler’de de oynamıştık, çok görkemli olmuştu. Bunun ardından Mükerrem Kamil Su’dan Suçlu Çocuk’la devam ettik. Sahneye benim tarafımdan adapte edilen Karius ve Baktus’u oynadık, bu oyunu yıllar sonra Ulus’taki okulda da tekrar ettik (2005).
Okul ve dernekler arasındaki ilişki nasıldı tiyatro çalışmaları açısından?
Okulda tiyatro yapanlar genelde derneğe de gelirlerdi. Okuldaki tiyatro ayrı, dernekteki tiyatro ve oradaki eğlenceli ortam ayrıydı.
İsterseniz biraz da cemaat içerisindeki oyun yazma girişimlerinden bahsedelim. Cemaatte uyun yazarlığı yapanlar var: Örneğin daha önce görüştüğümüz Beki L. Bahar’ın bir oyun yazarı olduğunu biliyoruz. Ve bu oyunlar sizin tarafınızdan da sahnelendi. Cemaat içerisindeki oyun yazarlığı girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Beki L. Bahar’ın adını Devlet Tiyatrosu’nun broşürlerinde gördüm. Hakkında biraz araştırma yaptım ve Ankara’da yaşadığını öğrendim. Sırf bunun için Ankara’ya gittim, onu telefonla evinden aradım. Böylece kendisiyle ve kocasıyla tanışma fırsatı elde ettim. İlk olarak Alabora’yı oynadık (1988). Oyun dernekte beğenildi ama yine de aslında alışılagelmemiş bir oyundu. Çünkü sayın Beki Bahar’ın Ankara’sı başkaydı, İstanbul’daki Yahudilerin yaşantısı başkaydı. Bayan Beki Bahar’ın içinde gizlediği duyguları bizim halk zor anlardı, açık konuşmak gerekirse. Ben bu duyguları o günkü anlayışımla su yüzüne çıkartmaya çalıştıysam da ne kadar başarılı oldum bilemiyorum. Bugün o oyunu yeniden okusam ve yönetmeye kalksam başka duygular içerisinde olurdum. O kaptanın hissettikleri ve onun sözde miçosu olan bir bakkal çırağının bunları algılaması güzel bir olaydı. Bunu verebildiğimizi düşünüyorum ama kim bilir bugün karşılaşacağım farklı bir oyuncu başka türlü oynayacaktır. Ama o oyunda başarılı olan, tabiri caizse “rolüne cuk oturan” arkadaşlar bugüne kadar geldiler. Biz buna “virüs” diyoruz, belki o anda yoruldukları için bir daha oyun oynamak istemiyorlardı ama virüs bir kez vücutlarına girmişti.
Cemaat içerisinde oyun yazımı nasıl yürüyor? Beki Hanım gibi bir yazar oyunlarını yazıp gruba mı öneriyor? Yoksa grubun ihtiyaçları üzerine mi kaleme alınıyorlar?
Beki Hanım gibi kişilerden oluşan bir yazar takımımız yok. Bugün etkili olan yazar hanımlar, özellikle “hanımlar” diyorum, bir sipariş üzerine oturup yazıyorlar. Yazar olmak bambaşka bir olay. Örneğin Selim Hubeş bir yazar olarak görülebilir. Bu işin bir hazırlık aşaması vardır. Araştırma aşaması vardır. Yıllar içerisinde alınmış küçük notlar, oluşmuş bir birikim vardır. Bunlar ayrı ayrı beş altı oyunun malzemeleridir. Ve bunlar günün birinde birer oyun olarak çıkar karşınıza. Bana göre yazarlık budur. Yoksa oturayım, bir konu alayım, bir ayda dört beş hanım bir araya gelsin, o fikrini söylesin, başkası başka bir fikrini söylesin… Oyun yazarlığı matematiksel bir iştir. Yönetmenlik de öyledir. Her şey dört dörtlük olmalıdır; kostüm değişimlerinden tutun kişilerin sahneye giriş çıkışlarına kadar her şeyi oturtmak ve konuyu bu akış içerisine yerleştirebilmek başlı başına bir olaydır.
“Oyun yazan hanımlar” derken derneklerde çalışan “kadınlar komisyonu”nun faaliyetlerinden mi bahsediyorsunuz?
Evet. Derneklerde çalışıp insanlara yardım eden gönüllü hanımlardır bunlar. Bu kişiler hiç para almadan, yardım amaçlı olarak zamanlarını harcarlar. Yardım işlerinden çöpçatanlığa kadar çeşitli şeyler yaparlar. Oyun da yazıyorlar.
Bu tüm derneklerde işleyen bir yapı mıdır?
Evet. Tüm derneklerde vardır.
Söz hazır derneklerden açılmışken, derneklerin gerek evrensel anlamda tiyatro kültürüne gerekse tiyatro aracılığıyla Musevi kültürüne katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu soruyu en iyi yanıtlayacak kişi sizsiniz. Çünkü neredeyse tüm derneklerde görev aldınız.
Her dernek toplumumuz içerisinde kendine has bir misyona sahiptir. Mesela Göztepe Derneği daha çok folklor ve dans çalışmalarıyla tanınmıştır. Yıldırım Spor Kulübü daha çok sportif etkinlikleriyle, basketboldaki başarılarıyla ünlenmiştir. Ama bunların içerisinde olan bazı hanımlar tiyatro çalışmaları da yürütmektedirler. Dostluk Yurdu ise gençler ve yetişkinlerle beraber önemli tiyatro yapıtları üretiyor. Zaten artık sadece bu üç dernek var, başka dernek kalmadı. Eskiden başka dernekler de vardı, mesela sadece üniversiteli gençlerin oluşturduğu bir dernek vardı, Arkadaşlık Yurdu, artık kapandı. Kardeşlik vardı, yetişkinlerin buluşup briç oynadıkları bir klüp olarak ünlenmişti. Ama esas olanlar ilk üçüdür ve işbölümü de folklor, basketbol ve tiyatro olarak oluşmuştur.
Geçmişte derneklerde oyunlar ağırlıklı olarak Judeo-Espanyol dilinde oynanırdı demiştiniz. Günümüzde ise bu mümkün değil. Artık oyunlar Türkçe olarak sergileniyor. Aradaki değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Bizim Judeo-Espanyol üzerine yürüttüğümüz çalışmalar tiyatro çalışmalarımızla paralellik arz eder. Bir gün bir arkadaşım bana bir long play getirdi, Yoaram Daon’dandı. O dönemde Fikso’yu oynuyorduk. Bu plağın içinde Judeo-Espanyol dilinde balatlar vardı. Ben tuttum bu baladlarda anlatılan hikayecikleri o dönemde İsrail’de oynanan bir oyuna adapte ettim. Böylece Türkiye’deki Yahudilerle ilgili bir oyun çıktı ortaya. Kısa hikayelerin arka arkaya gelmesiyle oluşan bu oyunun adı Kula 930’du (1978, 1989 ve 2002). 1930’larda Kuledibi’nde yaşayan Yahudilerle ilgili bir oyundu: Bir sarhoş, kocasın aldatan bir kadın, kahvehanede toplanan Yahudiler, birbirlerini seven fakir ve zengin iki genç, tüm bu temaları da içine alan müzikli bir oyundu. Şarkılarda anlatılan hikayelere uygun biçimde oyundaki karakterleri yaratmıştık. Başlangıçta bu kurgu önerisini ben arkadaşlarıma anlattım ve üç arkadaşımla birlikte bu oyunu yazdık (Eskenazi, Siliki, Bana ve Hubeş). Bu eser bizim için çok önemli bir yapıt oldu. Neredeyse 75 defa oynadık, dernekte ve dışarıda. İzmir’de ve İsrail’de de sergilendi. Bu oyun aynı zamanda bizim müzik grubumuz Los Paşaros Sefaradis’in kuruluşuna da zemin hazırladı. Biz Judeo-Espanyol şarkıları otantik formlarına sadık kalarak, ninelerimizin dedelerimizin söylediği gibi söyledik. Bu özelliğimiz nedeniyle dünyanın bir çok yerinden davet aldık: ABD, İspanya, Fransa, Almanya, İngiltere, Yunanistan. Bu çabalarımız dilin korunmasına hizmet etti. Dernekte bir kişi var, o bunu çok iyi yaşadı: bir Moiz tiplemesi. Hani Ayşegül şurada, Ayşegül burada diye kitaplar vardır. Bizim de bu Moiz’imiz vardı: Moiz yürürüken, Moiz hamamda vs… Bu tipleme Judeo-Espanyol dilinde insanları hem güldürdü, hem de onları hicvetti. Çok tuttu. Bu oyuna gelenler bu dili konuşan birisini dinlediklerinde onu anlayabildiklerini hissediyorlar. Bu önemlidir. İnsanlara ne kadar karışık olursa olsun Judeo-Espanyol öğrenmelerini öğütlüyoruz. Bugün 50 yaş üzerindeki insanlar bu dili biliyor, ama onların çocukları ve torunları bilmiyor. Bu nedenle ben bir çocuk korosu kurdum: Estreyikas d’Estambol (İstanbul’un Yıldızları). Amacım hazırladığım metinler aracılığıyla Judeo-Espanyolca şarkı sözlerinden yola çıkarak onlara dili öğretmek. Zamanla öğreniyorlar, dili biraz daha anlamaya başladılar. Diyemem ki her şey mükemmel, herkesin Judeo-Espanyolcası çok iyi. Yine de bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Dilin kaybolmasını geciktirdiğini düşünüyorum. Biz (sadece ben değil arkadaşlarım Karen Şarhon Gerşon, Selim ve Yavuz Hubeş) olmasaydık bu dil çoktan unutulmuştu.
Yaklaşık otuz yıldır İstanbul’daki Musevi cemaatinin tiyatrosunun kalbinde yer aldınız. Bir çok kurumda çalıştırıcılık ve yönetmenlik yaptınız. Son otuz yılın tarihine tanıklık ettiniz. Peki gelinen son noktada cemaatin tiyatrosunu genel olarak değerlendirmeniz gerekse neler söyleyebilirsiniz?
Daha önce de söylediğim gibi benim tiyatro konusundaki bilgim düzenli bir eğitimin sonucu değildi. Benim tiyatroya karşı olan ilgim hayatın içerisinde doğdu, büyüdü ve büyümeye devam ediyor. Ama gelişimim sırasında kitaba uygun adımlar atmadım. Bugün cemaat içerisinde tiyatro artık olması gerektiği gibi ilerliyor. Benim gurur duyduğum öğrencilerim artık tiyatronun okuluna gidiyorlar, konservatuarlarda önemli hocalardan eğitim alıyorlar. Bizim o zaman yapamadıklarımızı yapıyorlar ya da o zamanlar yanlış yaptığımız şeyleri ortaya çıkarıyorlar. Başlangıçta ben buna üzülüyordum, ancak zamanla anladım ki doğal olan bu. Boynuz kulağı geçer. Ama öğrenmenin yaşı yoktur, biz de bilmiyorsak öğreneceğiz. Elbette yapabildiğimiz kadarıyla. Bana her zaman sen bunun eğitimini almalısın, okuluna gitmelisin dediler. Ancak benim o zamanlar çalışmam icap ediyordu. Annem ve babam yaşlı kimselerdi, rahatsızlıkları da vardı. Onlara ben bakmak zorundaydım. Yani bir yandan çalışmam, diğer yandan hobilerimi sürdürmem gerekiyordu. Ama çevremizde bu olanağı yakalayanlar olmuştu, mesela Selim Hubeş’in eşi Rozet Hobeş bugün Şehir Tiyatroları kadrosunda yer almakta. Bir de eskiden, hele hele de kızlar için, bu işler kolay değildi. Aileler karşı çıkarlardı. Ama zamanla bu görüşler değişti. Yeni nesilden Cenk Rofe, Buket Bahar, Berrin Politi de şu anda konservatuarda talebedirler mesela. Gerek Mimar Sinan’da, gerekse İstanbul Üniversitesi’nde bir çok gençlerimiz var.
Peki bu profesyonelliği tercih eden gençlerden tekrar cemaate dönenler ve cemaatin çocuklarıyla, gençleriyle ilgilenenler oluyor mu?
Evet ama biliyorsunuz işin maddi bir boyutu da var. Dernek yöneticilerinin gücü yettiği kadar. Bir de bazı kişiler öyle bir eğitim görüyorlar ki dudak büküyorlar. Herkes dernek aşkıyla büyümüyor ya da herkes cemaatini aynı oranda düşünüyor diyemem.
Şu anda biz BGST içerisinde Tiyatroda Kültürel Çoğulculuk başlıklı bir proje yürütüyoruz. Bu bağlamda şunu sormak isteriz: Musevi cemaati diğer cemaatlerin tiyatrolarıyla ilgilenir mi? Bildiğim kadarıyla diğer gayrımüslim cemaatlerle farklı boyutlarda ilişkiler var. Tiyatro alanında da bu tür ilişkilenmeler oluyor mu?
Pek yok aslında. Belki bazı bayramlarda ziyaretler olabilir. Bir de yakın zamanda İstanbul Belediyesi’nin yürüttüğü bir “birlikte yaşama” projesi vardı. Bizi biraz daha yakınlaştırdı. Gerek Ermeni gerekse Rum bazı dostlar edinmemizi sağladı. Bu yakınlaşma sayesinde ne kadar büyük bir birikim olduğunu da görmüş oldum. Bugün özellikle Ermenilerin ve bizim Yahudilerin Türk Musikisine kattığı çok şeyler var. Tiyatro için de aynı şey söylenebilir. Bir defa Ermenilerin Maral adlı bir gösterilerine katıldım. Hayran kaldım. Öncelikle sahne disiplini bizim ders almamız gereken bir düzeydeydi. Bu disiplini yaratmak bizim toplum için çok zor görünüyor. Sahne üzerinde herkes aynı noktaya aynı anda bakıyordu. Bizim kendi gösterilerimizde böyle bir fotoğraf çekmemiz zor. Tabii ki onlar kendi kültürlerini ortaya koydular. Bu güzel bir olay. Fakat bizde durum biraz farklı. Bizde bir çeşitlilik var. Biz bir şey yaptığımızda sadece tek bir yöne yönelmeyiz. Bir oyun sergiliyorsak o oyunda herkes olmalı: Hasan Efendi de orada olmalı. Tamam Moiz Bey o sahnede daha çok görünebilir ama Hasan Efendi de mutlaka olmalı. Şu anda güncel olarak yazmakta olduğumuz oyunlardan bahsediyorum.
Yani sadece Musevi kültürünü yaşatması değil, çokkültürlülüğü yansıtması lazım.
Evet.
Söyleşi sırasında ilk tiyatroya başladığınızda cemaate de yabancı gelen modern denemelere giriştiğinizden bahsetmiştiniz. Ancak yakın dönem gözlemlerimize göre sergilediğiniz oyunlarda artık popülerlik önem kazanmaya başladı. Bu değişimin altında ne yatıyor?
Brodway uyarlamalarından mı bahsediyorsunuz?
Evet. Son dönemde müzikaller ağırlık kazandı.
Tabii biraz takip etmek lazım. Modayı izlemek lazım. Kim neden hoşlanır, kim neden zevk alır diye. Benim bir listem vardır. Mutlaka yapmak istediğim oyunları gösterir. Mesela şu anda yapmakta olduğum Masada projesi nereden baksan beş yıldır elimde. Artıları ne, eksileri ne, sıkıcı olmasını nasıl engelleriz vs… Bunların hepsi düşünülüyor. Bir de oynayacak oyuncuyu da hoşnut etmemiz lazım. Sıkıcı bir oyuna kimse zaman ayırmak istemez. Ama sırf sıkıcı olmasın diye de oyun yapılmaz. Önceden de söylediğim gibi muazzam bir matematiktir bu. Arkadaşım Selim Hubeş’in fikirlerine her zaman saygı gösteririm ve sık sık ona danışırım. Bu sene için onunla konuştuğumuzda bana küresel ısınma konusunu önerdi. Ben de onu dinledim, önerdiği kitapları aldım. Bu sene o konuda bir oyun yapacağım. Yararlı bir konu, herkesin işine yarayacak bir konu. Tiyatro zevki vemeyi de başarabilirsek güzel bir proje çıkabilir.
İsterseniz şu anda yürümekte olan son çalışmanız olan Masada’dan da biraz bahsedelim.
Hikaye ikinci tapınağın yıkılışından sonra etrafa dağılan Yahudilerin Masada adlı bir dağa sığınmasını anlatıyor. Sonunda istilacı Romalılar dağı ele geçirmeyi başarıyorlar ama özgürlüğü seçen Yahudiler intihar ediyorlar. Aslında trajik bir konu ama sahneleme ve müziklerle hoş bir oyun olacak. Aşağı yukarı yüz kişilik bir kadro var. Eski oyunlarda rol alan insanlar da var, gençler de var. 7 ile 55 yaş arasında kişilerin yer aldığı bir kadro. Dostluk Yurdu çatısı altında gerçekleştiriyoruz. Senfoni Orkestrası bize eşlik edecek. Devlet Opera Balesi’nden koreograf Nil Berkant dansları çalıştıracak. Şan hocası Tülay Uyar’dan dersler alınıyor. Gerekli kaynağı temin etmek için sponsorlardan destek alıyoruz. Sponsorlar olmasa bu gösteri de olmazdı. Gösteriyi AKM’de sergileyeceğiz. Üç ya da dört kere oynamayı planlıyoruz.
Son olarak şu soruyla bitirelim: Bunca yıldır tiyatro yapıyorsunuz ve bu tiyatronun özel bir anlamı var. En çok karşılaştığın zorluklar neler oldu? Gerek cemaat içinden gerekse cemaat dışından ne tür engellerle karşılaştın?
En büyük zorluk çalıştırdığım çocukların velilerinden kaynaklanıyor. Veliler sadece onların sosyalleşmesine önem veriyor. Oysa biz burada değerli şeyler yapıyoruz. Genç kuşaklar da kız ya da erkek arkadaş edinmek için tiyatro çalışmasına katılıyorlar. Orada yapılan çalışmalar ikinci planda kalabiliyor. Kimisi gelir gelmez başrol istiyor. Bunlar benim için en büyük zorluklar. Bu durumla baş etmek için yıllar içerisinde geliştirdiğim bazı teknikler var. O teknikler sayesinde bu tür kişileri grubun dışında bırakmayı başarıyorum. Ama zaman zaman da kazanılması gereken insanlara yeterli ilgiyi gösteremeyip onları kaybettiğim de oluyor.
Önümüzdeki döneme ilişkin yapmayı düşündüğün projeler neler?
Küçük notlarım var üzerinde çalıştığım. Biraz da gezmeyi planlıyorum. Dünyayı gezme fırsatım olmadı. Sadece televizyon izleyerek olmuyor. İnsanın bazı şeyleri kendi gözleriyle görmesi gerekebiliyor. Şimdilik kafamda bunlar var.
Çok teşekkür ediyoruz.