Bu söyleşi, 18-27 Kasım 2009 tarihlerinde Garajistanbul tarafından düzenlenen Namus Oyunları Haftası kapsamında yapılmıştır.
Namus Oyunları Festivali’nde İbretnüma adlı video işinizi izleme fırsatı bulduk. İbretnüma, ülkenin Güneydoğusunda doğmuş bir kızın hayat hikâyesini anlatıyor ve bu hikâye ile güncel birçok konuya referans veriyor. İbretnüma’yı yapma fikri sizin icin nasıl gelişti ve işinizin dramaturjik çerçevesini nasıl kurdunuz, bunlardan biraz bahsedebilir misiniz?
Tabii hiçbir zaman bir sanat yapıtı yukarıdan zembille bir anda inmiyor, yaşanmışlıklar var. Aktivist feminist bir sanatçı olarak bütün işlerimi özel alanın politik olması düşüncesinden yola çıkarak üretiyorum. İbretnüma’ya da baktığınızda yalnızca bir kadının hayat hikâyesi var. Türkiye’nin yakın tarihi hakkında birçok bilgi veriyor. Bu aslında benim yakın çevreme ait kişisel bir hayat hikâyesi, oradaki hikâyelerin hepsi gerçek. Elbette buradaki hikâyeleri seçerken ben kendi kendimi de sorguluyorum. Hayatım boyunca bir sürü hikâye duyuyorum, neden bunları seçiyorum? Bir kişiye ait olmasına rağmen, o kişiye ait başka hikâyeler de var. Ama bunlar benim süzgeçten geçirdiğim hikâyeler, dolayısıyla bana ait de bir şeyler var burada. Kürt kadın olmak, güzel kadın olmak, güzellik tanımı üzerine düşünmek… Çoğunlukla Foucault’nun bio-politika kavramı üzerine çalışıyorum. Dolayısıyla burada iktidar alanlarının beden üzerindeki etkisi, beden kontrolünü nasıl yönlendirdiği konusunda bazı noktalara değinmem gerektiğini düşünüyorum. Bu işle de kabataslak bir hayat hikâyesi gittikçe şekillendi. İktidar alanlarının toplumsal cinsiyet inşasında aldığı rol işin ana konusu.
İbretnüma’da kadın bedeninin neredeyse her bir uzvunun bir temsiliyet nesnesi olabileceği vurgulanmış. Başörtüsüyle, mini etekle, anne ya da koca baskısıyla vs… Bedeninin bir mesajlar alanı olarak kodlanması, çoğu zaman kadının iradeden yoksun ve sessiz olmasını emrediyor. Sizin işinizde de kadın hep susuyor ve iradeden yoksun görünüyor. Kadının neredeyse bu en dipteki halini resmetmeyi tercih etmenizin nedenleri neler?
İbretnüma, konusunu yakın çevremden duyduğum kişisel bir hikâyeden alıyor. Eğer yalnızca feminist düşünceyle bu işi üretmiş olsaydım, sonunu başka türlü bitirebilirdim. İzleyicilerden de genelde böyle bir tepki geldi, “aaa sonunda hayal kırıklığına uğradık” diye, ama bu gerçek bir hikâye. Benim için sanat yapıtının samimi olması önemli ve bence bu iş gerçekten çok samimiydi. Hayal gücüm katıldı elbette, görsel ya da yazınsal olarak ben de kendimi katıyorum. Ama bir gerçek var, o gerçeği ben istediğim şekilde yönlendiremem. Gerçeği olduğu gibi sunmanız gerekiyor. Burada mesela sonuna doğru saygı edinmek isteyen bir kadın var, irade kullanıyor, ama bu irade yine toplumun sunduğu yerden işleyen bir irade. Başka türlü bir iktidar alanı kurma üzerine kurgulanmış bir alan var. Eğer o başörtüsünü, çarşafı giyerse, birileri tarafından saygıyla karşılanacak. Orada bir tercih sunuluyor, hayat boyunca sunuluyor, şunu yapmazsan böyle olur, ve sonuçta kadın kendi kızları üzerinde iktidar sahibi oluyor. Bu kadının hayatı her ne kadar kadın olmanın en dipteki halini yansıtıyor gibi gözükse de ben en üsttekinden an alttaki kadınların yaşamlarından birçok öğe taşıdığını düşünüyorum. Özellikle modern yaşama uyum sağlamaya çalıştığı alanlarda bu anlamda birçoğumuz ile benzer unsurları paylaşıyor. En azından bana ve benim çevremdeki birçok kadına ait unsurlar bu kadının yaşamında var. Bu hepimizin kendi içinde itirafları barındırmasını da sağlayan bir durum. İradeli olduğumuzu düşündüğümüzde, irade sandığımız şeyin ne kadarının bize ait olduğunu sorgulamamızı sağlıyor. İzleyen kadınlardan çoğu kendilerine ait birçok şeyi bu videoda bulduklarını söylediler. Hepsi üniversite mezunu, çoğu feminist teori ile yakın ilişkide olan kadınlar bunlar.
İbretnüma’da “anneliğin” iktidarı sürdürmedeki rolü oldukça vurgulanıyor. Bu figür Türkiye’deki ya da Doğu’daki anneliğe dair bir prototip oluşturuyor mu? Bu karakteri nasıl yorumladınız?
Annenin koruyucu özelliği var, dışarıdaki tehlikelerden korumak istiyor, ama bir yandan da kızının sistemin dışına çıkmasını istemiyor. Çünkü dışlanan bir insanın kolayca harcanabileceğini çok iyi biliyor. Dolayısıyla steril bir çerçevede tutmak istiyor. Foucault’nun bio-politika kavramında asıl sorun ilk başta cezalandırma değil dışlama üzerine kurgulanmıştır. Bir sürü iktidar alanı bizi izler, izlerken üzerimizde bir denetim mekanizması kurar ve bu denetim mekanizmaları da sanki denetlemiyormuş gibi gözükür. Kişinin kendi kendinin gardiyanı haline gelmesini sağlar. Anne bunu çok iyi biliyor çünkü, onun da bir yaşanmışlığı var, belli ki mücadele etmiş ve bu mücadelede kazançlı çıkmamış. Aman sen bunları yaşama, daha doğrusunu yaşa, başına bela gelmesin ki dışlanma, göze batma diyor. Asıl sorun göze batmamak, farklılığını ortaya koymamak, o denetleme mekanizmaları içerisinde nefes almaya çalışmak. Hangi alana geçerse geçsin bir nefes alanı yok, seçilen her alan sorunlu, çünkü her yerde bir denetim mekanizması var. Bir yandan denetlenirken bir yandan da denetleyici olma olgusu üzerine kurgulanmış bir yapıt. Buradan baktığımızda çare sunmuyor, çareyi izleyici kendisi bulacak. İzleyici kendine ait bir şeyler bulacaktır, ben evrensel bir konudan bahsettiğimi düşünüyorum. Türkiye merkezli ya da Güneydoğu merkezli gibi izlesek de, köyden kente giden bir birey olarak da algılayabiliriz, ülkeden ülkeye göç olarak da. Bu anlamda kurtarıcı rolünü üstlenmek istemedim. Çalışmayı belgesel bir video olarak da tanımlayabiliriz. Ben burada raviliğe soyunuyorum, ravi Doğu masallarında masal anlatıcısı anlamına geliyor, haberleri duyuranlar ve haberleri aktaranlar diye başlarmış eski Doğu masalları. Ben masalların bir çeşit sözlü tarih anlatıcılığı olduğunu ve her masalda da bir gerçek payı olduğunu düşünüyorum. O masal ibret olsun diye, yaşamı belirlemek üzerine kurgulanmış. Çocuk masalları mesela çok korkutucudur, ürkütücüdür, çocuklara anlatılamayacak şeylerdir ama çocuklar o masalı dinlemek ister ve büyükler bunu anlatır. Bir şiddet filmini seyrettirmezsiniz çocuğa ama oturup Kırmızı Başlıklı Kız’ı anlatırsınız, korkunç. Maalesef yüzleşmek gerekiyor bunlarla. Burada masalsı bir dil ile bir gerçeğin aktarımı yapılıyor; gerçeklikle bağlantısı yokmuş gibi, ama bir yandan da çok sert bir gerçeklik var. İbretnüma, Binbir Gece Masalları’nın bir diğer adıdır. Kurgu açısından da baktığımızda başı sonu birbirine geçer, masal içerisinde masaldır; hayat da biraz böyledir.
İbretnüma Karagöz-Hacivat atmosferine yakın diyebileceğimiz bir atmosferde anlatıyor hikâyesini, bir yandan da görsel kullanımlar Osmanlı hat sanatını ve minyatürleri andırıyor. Anlatım olanaklarına dair bu sanatsal seçimleriniz ve nedenlerinden biraz bahsedebilir misiniz?
Görsel sunum benim için çok önemli. İçerik de çok önemli, ama bir yapıtın görsel olarak da bir söz söylemesi gerektiğini düşünüyorum. Burada üretilen, bu coğrafyaya ait bir sanat var. Ama maalesef Türkiye’deki ya da Doğu’daki sanat tarihi başka türlü yazılıyor. Kolonyalist bir bakış açısı var. Batı’da üretilen sanata sanat diyoruz, yazılan tarihe sanat tarihi diyoruz. Burada yazılan, burada yazıldığı bile şüpheli olan bir tarih ise İslam Sanatı olarak tanımlanıyor. Minyatürlere baktığınızda bu bir İslam sanatı değil, konuları sadece İslam’a bağlı değil. Ortaçağ’a baktığınızda İslam ülkelerindeki sanatla Hristiyan ülkelerindeki sanat eşdeğer olarak üretiliyor. Ama oradaki sanat Hristiyan sanatı olarak tanımlanmamış, buradaki sanat İslam sanatı olarak tanımlanmış. Orada bir egemenlik var ve kendini merkeze koyup buradaki sanatı farklılaştırıp atıyor, ötekileştiriyor ve oryantalist bir bakış açısına sahip oluyor. Bu oryantalist bakışı sadece Batı oluşturmuyor, biz de modernleşme sürecimizde kendi kendimize bir Doğu ve kendi içimizde bir oryantalist bakış açısı yarattık. Dolayısıyla minyatür aslında ötekileştirilmiş ve muhafazakârların eline bırakılmış, tu kaka ilan edilmiş bir sanat dili. Ben görsel bir değişiklik yapmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu coğrafyaya ait başka bir dil var, başka bir söz var, dolayısıyla görsel olarak da başka bir dili olmak zorunda. Sanat yapmayı öğrenirken ya da bunun üzerinde üretim dili oluşturmaya çalışırken ister istemez bir Batı taklitçiliği ortaya çıkıyor, ama ben farklılaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle görsel olarak öteki dili kullanmam gerektiğini düşünüyorum. Eğer ben bugüne ait fotoğraflarla bunu yapmış olsaydım, bu kadar etkili olmayacaktı. Doğu ve Batı kavramları karmakarışık ve herkes kendini bir yere göre tarif ediyor. Bizim doğumuz Güneydoğu, daha da ilerisinde Ortadoğu var, gittikçe gidiyor. Burada Doğu’dan gelen bir kadın var, bir minyatür, sonra fotoğraflanmaya başlıyor ve tekrar minyatüre dönüyor. Kurguda politik bir söz var ama sunumda da politik söz söylemeyi tercih ettim. Modernleşme sürecini eleştirmeye başladığınız zaman, kültürel değişim getiriliyor ama bu tepeden inme bir şekilde ve belli bir sürece yaymadan kesilerek yapılmış; eski ile yeni arasındaki bağlantıyı kopartılmış. Dolayısıyla ben Türkiye’nin yakın tarihinin eleştirisini yaparken, tek taraflı yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Sanatı, dili, görselliği sorgulamak lazım, hepsi birarada yapılmalı. Yapıtın içerisinde orijinalinden dönüştürülmüş yaklaşık yirmi tane Osmanlı minyatürü var. Bazılarını reprodüksiyon olarak kullandım, bazılarını manipüle ederek kullandım. Bu ülkede yaşayan insanlar olarak bu minyatürlerden bihaberiz. Yargılamak için söylemiyorum, ben de bu konuda çalışmıyor olsaydım, ben de bilmeyecektim. Daha sistematik bir şey bu. Eğer öğretilmiyorsa ve başka bir düzeyden bakılıyorsa, o zaman gerçekten kimsenin haberi olmuyor. Ama bilinmesi gerekir, bir önceki tarihi okumak için sadece yazılı tarihi değil görsel ve sözlü tarihi de bilmemiz gerekiyor.
İbretnüma şimdiye kadar nerelerde, ne kadar sergilendi?
Çok yeni, çok taze bir iş. Bienal’in açılış gününe kadar üzerinde uğraştığım ve son dakika taze taze fırından çıkartıp Bienal’e koyduğum bir iş. Bunun ardından Garajistanbul’da Namus Oyunları’nda oynandı. Şu anda yurt dışında gösterimleri var, ama daha yeni dolaşıma girdi.
İbretnüma seyirciden nasıl tepkiler alıyor?
Çok olumlu. Olumsuz hiç tepki almadım, bir iki tane var içerik ile ilgili, yani ilginçtir hem çok muhafazakâr kesimlerden hem de cumhuriyetçi ya da militarist olarak tanımlayabileceğimiz kesimlerden, algılamak istediği şekilde algılayıp ona göre eleştiri getirenler oldu; ama bunlar çok uç noktalar. Demek ki insanlar böyle de algılayabiliyormuş diye şaşırıyorum. Ama tabii hiçbir zaman sanat yapıtının okuması bir sanatçının istediği şekilde olmak zorunda değil. Herkes kendi algısı doğrultusunda okur; ama genel bir okuma da vardır. Bunun dışına çok çıkılıyorsa, oradaki kişinin ya da o zihniyetin düşünme tarzını biraz sorgulamak lazım. Ama bunlar dışında çok olumluydu, bunu gerçekten çok samimi bir iş olmasına bağlıyorum.
Video, resim, enstalasyon gibi çok çesitli tarzlarda işler üretiyorsunuz. Toplumsal cinsiyetin kuruluşu, kadın bedeni esas meselelerinizden, ve kendi bedeninizi de işlerinizde kullanıyorsunuz. Feminist kadın sanatçılar açısından kendi bedenini sanat eserleri içerisine dahil etmek avangard sanat ile birlikte karşımıza çıkan bir kullanım. Siz kendi bedeninizi işlere dönüştüren bir kadın olarak bu performanslar ile ilgili politikanızdan/düşüncelerinizden/hissettiklerinizden bahsedebilir misiniz?
Düşünce biçimiyle ilgili olarak, bio-politika kavramından bahsediyorum, beden kontrolünden bahsediyorum, bedenimin işimin aracı olması çok doğal. Bu benim bedenim olmak zorunda değildi, başka bir beden olabilirdi ya da başka bir bedensel kontrol üzerine olabilirdi. Kendi bedenimi malzeme olarak görüyorum, çok yakından tanıdığım, çok kolaylıkla yoğurabileceğim, kontrol edebileceğim bir alan. Üstüne üstlük, ben hiçbir üretimimde ikinci bir el istemiyorum, asistan kullanmıyorum, kullanıyorsam çok daha farklı alanlarda kullanıyorum. Üretirken yalnız olmayı tercih ediyorum. Dolayısıyla bir fotoğraf çekeceksem kendi fotoğrafımı çekiyorum. Fotoğrafımı çeken bir fotoğrafçı ya da kayıt alan bir kameraman yok. Bu nedenle, yalnız kaldığımda en rahat kendimi kullanabiliyorum. İşin gerektirdiği zamanlarda, mesela oyuncaklarla çalışıyorum, çizimle çalışıyorum. Eğer bedenim yetersiz kalıyorsa ya da başka bir şey anlatmak istiyorsam o zaman başka materyallere de başvuruyorum. Sunum biçimi de aynı şekilde, genelde performatif öğeler var, çoğunlukla aynı işlerin içine giriyorum ama her zaman da böyle olmak zorunda değil. Eğer o işin içeriği performatif olmasını gerektiriyorsa performans yapıyorum, videoysa video yapıyorum. Tabii bu çok yorucu oluyor, çünkü her seferinde yeni bir teknik öğrenmem gerekiyor, her seferinde bunun için enerji sarf etmem gerekiyor, ama içime de siniyor. Bir işin içime sinmesi çok önemli. Mesela İbretnüma’ya iki senemi harcadım. Daha önce hiç yazı yazmıyordum, bu sefer oturdum yazı yazmayı tanıdım, ki en korktuğum alandı. Genelde kadınlara “sen yazamazsın” derler. Gerçekten de yazma konusunda çok özgüvensiz olduğumu fark ettim. Çok eskiye gittiğimde “aman sen yazma, resim yapmaya devam et” dediklerini hatırlıyorum. Bu bende öyle bir şey yaratmış ki yazmaktan korkmuşum. Ama öyle bir durum oldu ki, bu masal olmak zorunda ve bir metin lazım ve ben bu metni başka kimseye yazdıramam. O zaman kollarımı sıvayıp yazmam gerekti. Bu özgüvensizlik ilk başta benim için sorun oldu, çünkü yazdığımdan emin olamadım. Okuyorum, beğeniyorum ama başka bir kulağın da duymasını istiyorum. Sonra birkaç kişiye okutup olumlu geri dönüşler alınca gelişti. Görsel sanatlar ayrımı yapmamak gerektiğini düşünüyorum. Belki yirmi sene sonra sanat denilen alan bir bütün olacak. O yüzden faklı disiplinlerle çalışmayı, ve illa çok profesyonel olması gerekmiyor ama, o söylenen sözün içeriği gerektiriyorsa o alanları kullanmayı seviyorum. Bilinmeyen alanlarda mücadele vermek, belki de sadece o mücadele süreci bile beni tatmin ediyor.
Cinsellik ve çıplaklık içeren işlerinizin sansüre uğradığı olmuş; Almanya’da “Görmedim, Duymadım, Bilmiyorum” adlı işiniz sansürlenmiş. Başka işleriniz için de böyle olaylar oldu mu? Bu sansür girişiminden ve varsa başka sansür vakalarından bahsedebilir misiniz?
Burslu olarak Almanya’ya gitmiştim. Kaldığım yerin galerisi vardı ve kamusaldı; işlerinizi galerinin içinde değil dışarısında sergilemeniz gerekiyordu; yapıt, sokaktan geçen insanla doğrudan temas halinde olacaktı. Kamusal alanda iş yapmak hem etik sorgulama hem de sorumluluk gerektiren şeyler. Ben bir aile eleştirisi yapıyordum: Mutlu bir aile tablosu sunuluyor ve asla sorgulanmıyor. Ama aslında aile sistemin temel taşı, bedenin bir numaralı denetleyicisi, sevgi ile parlatılmış, sistemin devamlılığını sağlayan bir alan ve sorgulanması gerekiyor. Aile içi şiddet, aile içi cinsel istismar üzerine kurgulanmış yapıtlarım vardı. Mor Çatı’ya gönüllü olarak gidiyordum çok eskiden, bu hikâye orada tanıştığım bir kadının kişisel hayat hikâyesi, nedense aklımda kalmış. Bazen bunu da sorguluyorum, neden bazı öyküler aklımda kalıyor da bazıları kalmıyor, sanırım başka türlü hassasiyetleri de ortaya koymak lazım. Kızım o sırada küçüktü, oyuncaklarla çok içli dışlıydı, gerçi Barbie’lerle ben tanıştırmak zorunda kaldım, Barbie eleştirisi yaparken kızıma kötü örnek olmuş oldum. Bir yandan da bunu çok sorgulamıyorum, siz ne kadar Barbie’leri göstermeseniz de sosyal çevresinde aldığı o rol, anne rolü, kadın rolü, onlar değişmediği sürece onun kafasındaki yargı çok değişmiyor. İşin niteliğine gelince, sorunlar ortaya çıktı. Bir yandan çocukların görmemesi gereken bir iş, belki de görmesi gerekiyor, orasını tam olarak bilemiyorum. Gözetleme ve gözetleme ile kontrol altına alma , denetlenme üzerine kurguladığım bir şey. Aile de bu açıdan çok isteyerek denetleme altına alınan bir alan, dolayısıyla kişisel hayata müdahaleyi gözetleme delikleriyle yapmayı tercih ettim. Bir boyayla alanı boyayıp sadece küçük gözetleme delikleri açtım ve bu delikler çocukların ulaşamayacağı alanda. Tabii ben bu kadar etik davranırken, sergilenen salonun hemen arka tarafında erotik ürünler dükkanı var, orada cinsel fanteziler için kullanılan oyuncaklar mevcut ve aleni olarak sergileniyorlar. Muhafazakâr bir kasaba olmasına rağmen, hemen yakınında böyle bir dükkan da var. Açılışı yaptıktan sonra, orada yaşayan insanlar şikâyetçi oldular. Hem polise şikâyet ettiler hem de bana bedensel müdahalede bulundular. O anlamda sistem benim tanımladığım şekilde işlemeye başladı. Yasal bir dayanağı olmadığı halde polis devreye girdi. Çünkü Alman kanunlarına göre oradaki fotoğraflar pornografik değil, pornografik olabilmesi için organların görünmesi gerekiyor; polis kendi inisiyatifini kullanarak sergiyi kapattı. Bir hafta sonra zaten avukatlar aracılığıyla açtık. Ama polisin müdahalesi orada yaşayan insanlara bir güç verdi: Polis yasaklıyorsa buradaki işler kötüdür. Ensesti ya da aile içi şiddeti savunduğumun düşünüldüğünü sanmıyorum, ama hedef haline geldim. Gerçekten ağır bir dışlanma ile karşılaştım, üç ay sürdü. Türkiyeli sanatçı olmamdan da kaynaklanıyor olabilir. Yaşarken çok zordu ama üzerinden zaman geçtikten sonra insan oradaki insan psikolojisini, sosyal yaptırımları vs. farklı okuyabiliyor. O açıdan da benim için farklı bir deneyim oldu. Türkiye’de kamusal alanda yine bir işim sansüre uğradı. Kendi internet kafemiz vardı, onun tabelasını başka bir bilgisayar markasının reklamını yapmak yerine sanat alanının sergileme alanı olarak kullandık. Bir yandan da oradan ekmek parası kazanmaya çalışıyoruz. O zaman hamileydim, heyecanla günlük tutuyordum, ve o tabelaya “Nihayet İçimdesin” yazıp astım. Bu günlüğüme yazdığım ilk cümleydi. Bunun cinsel bir ima içerdiğinin farkındaydım tabii. Ama sonuçta işleri provakatif olarak üretiyordum. Günlük hayata ait her şey bu kadar saklanırken, ama bunları herkes yaşarken, bunların sunulması gerektiğini düşünüyorum. İlginç bir deneyim oldu, herkes için, çünkü onun bir sanat yapıtı olduğunu çoğunlukla insanlar bilmiyordu. Bazıları yoldan geçerken güldü, bazıları eleştirdi ama yine aynı şey oldu. Mahalledeki bazı insanlar rahatsız oldukları gerekçesiyle belediyeye şikâyet etti. Belediye çok komik bir şekilde çevreye zararlı buldu. Ruhsatımızı almakla tehdit etti. Biz de o alanı kapatmak zorunda kaldık, bu da bir çeşit sansürdü.
Mart 2009’da Haksız Tahrik sergisinin küratörlüğünü yaptınız. Bu sergi ile ilgili olarak en çok vurguladığınız nokta feminist sanatçıların kolektif bir iş içinde olmasına verdiğiniz değer. Siz kendinizi feminist aktivist bir sanatçı olarak tanımlıyorsunuz. Feminist sanatçıların birlikte iş üretmesinin veya en azından iletişim halinde olmasının sizin için öneminden bahsedebilir misiniz?
Feminizm bir siyasi mücadele biçimi. Çok basit bir açıklaması var: Kadınlar ayrımcılığa uğruyor. Özel alanın politikliği ortaya çıkıyor. Biz cinsiyetimizden dolayı ayrımcılığa uğruyoruz; sanatçı da olabilir, işçi de olabilir, hayatın her alanında çalışan insanların bir araya gelip örgütlülük içerisinde bir söz üretmesi gerekiyor. Güncel sanat alanı maalesef popüler olmadığı için çok ilgi çekmeyen bir alan, daha elit bir kesime hitap ediyor. Galerilerde sergileniyor, galerilerde kapalı kalıyor ve biz işlerimizi birbirimizden habersiz üretiyoruz. Sergileniyor ve kapatılıyor. Birilerinin el yordamıyla bulması gerekiyor. Bu sanat alanındaki sorunlardan biri ve bana kolay kolay çözülemeyecek bir sorun gibi geliyor. Ama biz sanatçı kadınlar olarak, kadın sanatçı diye tanımlanarak zaten birçok anlamda da mağduriyet yaşıyoruz, ve mücadele etmemiz gerekiyor, güçlerin birleştirilmesi gerekiyor. Ama bunun sadece sanat alanında yapılmaması gerektiğini de düşünüyorum. Feminist örgütlerin de sergide yer almasını istedim; profesyonel, mükemmel işlerin olması gerekmiyordu. Buna rağmen çok iyi işler çıktı. Bu sergiyi yaparken, mağdur olmuş, daha fazla şiddet gören, daha az eğitimli kadının sözcüsü olmak yerine kendi sorunlarını da işin içine katarak bir söz üretmek ve mücadele biçimi geliştirmek temel konulardan bir tanesiydi. Farklı kesimlerden insanlar geldiler, resimlerini koydular, bir söz üretildi ve bu, benim açımdan çok önemliydi. Çünkü Türkiye’de daha önce de kadın sergileri yapıldı, ama söylenmek istenenin tam tersine, daha naif, daha incelikli, kadın eli, kadın duyarlılığı diyerek yumuşatılan, daha doğrusu dışlanan bir söz üretiliyordu. Ya da tepeden bakan, kendini kurtulmuş kadın olarak tanımlayan cumhuriyet mantığının oluşturduğu suret üzerinden daha alt seviyede gördüğü bir kadının sözcülüğüne soyunmuş bir kadın prototipi oluşturuluyordu. Naif bir tanımlama yapılıyordu, 8 Mart’larda olduğu gibi, kadınlara çiçek verelim, o gün kadın sergisi açalım, bir sürü kadın gelsin el işlerini göstersin, cennet annelerin ayaklarının altındadır vs… Ama biz kendi adımıza söz üretebilirdik, ben bir sanatçı olarak buna ihtiyaç duyuyordum. Feminizm dışarıdakiler açısından tarihte bir yerlerde bir hareket olarak var; 70’lerde kalmış, modası geçmiş diye bakılan bir alan. Oysa Türkiye’de, özellikle Doğulu ülkelere baktığınızda feminist mücadele daha güçlü olarak çıkıyor. Batı’nın feminizm anlayışından da farklı okunması gerekir. Biz burada Batı’da üretilen bir sanat tarihiyle, onun üzerine bir şey koyamayız. Kadın sanatçılar olarak kendi tarihimizi yazmak zorundayız. Çok ilginç, sanat alanında bir tane feminist sergi yapılmamış, feminist hareket kendi içinde farklı alanlarda feminist sergiler yapmış. Bunun eksikliğini hissediyorsak bu alan sorunlu deyip, bu işe soyunmak zorunda kaldım açıkçası. Çünkü öyle bir eril iktidar var ki sanat alanında da, özellikle de feminist söylemli işler üretiliyorsa… Uzaktan hafif aşağılama, hor görme ya da o kadın sanatçının düşünsel boyutunun yetersiz olduğunu ima etme, değersizleştirme. Bu şekilde bir ayrımcılık içten içe hissediliyor, doğrudan yapılmıyor, zaten en tehlikelisi budur ya. Şiddetin bir görünür tarafı vardır, bunu yargılamak çok kolaydır, ama daha aşağıda olduğu zaman, gizli gizli yapıldığı zaman bunu ortaya çıkartıp yargılamak çok daha derinlikli ve incelikli bir bakış açısı gerektirir. Aynı şekilde sansür mekanizması da öyledir, mesela polis gelir sansürler, ama bir sanat yapıtı mesela hiç sergilenmiyorsa burada ağır bir sansür vardır ama hiç söz edilmez, Türkiye’de sansür yok denir. Özellikle birçok kadın sanatçı yok sayılıyor. Kadınlar görünmezler. Her alanda olduğu gibi sanat alanında da görünmezler. Dolayısıyla dert görünür olmaktı; ama bu görünürlüğü sağlarken bir yandan da feminist hareketin üzerinde mücadele ettiği bir alandan ve kadının o alanın ister cinsel, ister politik, ister sanatsal malzemesi olarak sürekli tahrik nesnesi olması üzerinden bir söz geliştirerek sergi kurgulandı.
Kendi feminist olma tarihinizden ve feminizmi nasıl tanımladığınızdan bahsedebilir misiniz?
Birçok feminist kadın gibi ben de ilk başta feminist olmayı reddettim. Çoğunlukla bihaber oluyoruz, el yordamıyla, hissederek buluyoruz. Bir yanlışlık var ama, insan o ayrımcılığa uğradığını kolay kolay dile dökemeden, içgüdüleriyle buluyor. Aslında çok bariz bir şey, neden bu kadar zor oluyor onu algılamakta zorlanıyorum. Sonra bir yerde özel alanın politikliği kelimesini duydum, çok öfkelendim bu lafa; “ne demek, özel alan nasıl açık olabilir” demiştim. Bütün kişisel tarihim böyledir, eğer bir konuya çok öfkeleniyorsam sonra onu sahiplenirim. Tabii bu öfke onun üzerine düşünmemi gerektirdi; ilk başta teorik olarak çok yabancıydım, pratikte çözümlediğim bir konuydu. Gittikçe bir tanımlama yapma ihtiyacı hissettim, biraz okudum, biraz örgütlendim, farkına vardım. Kişisel tecrübelerimle baktığım zaman, diğer alanlardaki aktivisitlerin yaş ortalaması 20-25 ise feminist aktivistlerinki 35-40-45-50 diye gider. Bu yaşanmışlık, buna karşı bir mücadele yöntemi geliştirmek, maalesef ağır bir süreç geçirdikten sonra ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Feminizm içinde çok farklı görüşler olabilir ama feminizm esas itibariyle muhalif bir yapıya sahiptir. Yerleşik ideolojileri, pratikleri dönüştürmeyi hedefleyen politik bir zemine dayanmak zorundadır. Bana göre, sadece cinsiyetçiliğe değil, her türlü ayrımcılığa, ırkçılığa, militarizme karşı olmadığı sürece o kadın hareketini feminist bir hareket olarak tanımlamak mümkün değil. Bu düşünceden yola çıkınca zaman zaman kendimi sosyalist feministlere, zaman zaman da anarko feministlere daha yakın buluyorum. Yine de bununla birlikte bu coğrafyaya ait bir feminizm tanımının oluştuğunu, yerel bazda ayrıca bir tanımlamanın da yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.