Türkiye’nin en büyük cezaevlerinden biri olan Bayrampaşa Cezaevi’nin temeli 1956 yılında atıldı ve 1968 yılında hizmete girdi.[1] 120.000 metrekarelik alana kurulan Cezaevi, 2000 yılındaki Hayata Dönüş Operasyonu‘nda 12 tutuklu ve hükümlünün hayatını kaybetmesiyle anıldı. Wikipedi; Bayrampaşa Cezaevi Maddesi
Bu bilgilerin yüküyle, biraz gergin başladığım Bayrampaşa yolculuğu, daha ilk durak olan AKM önünde eşe dosta rastlayınca, epeyce hafifliyor ve Cezaevi önündeki kalabalıkla birleşince de tam bir panayır neşesine kavuşuyor. Arkamızdan gelecek diğer servisi beklediğimiz kırk dakika içerisinde, muhteşem bir festival sosyalleşmesi bizi birbirimize yakınlaştırıyor. Yiyecek, içecek, tuvalet gibi ihtiyaçların düşünülmediği şehir merkezindeki bu ücra bölgede, çantamızdaki yiyecekleri, sularımızı ve yağmur başlayınca şemsiyelerimizi paylaşarak, bir kazazede dayanışması yaratıyoruz. Önünde beklediğimiz, duvarları ve çatısı dışında hiçbir şeyi olmayan tek katlı çıplak bina, yıkılmak üzere olan herhangi bir kamu binasına benziyor. Bir lise ya da kültür merkezi iskeleti gibi. O kadar küçük ki bizi buradan ana binaya götüreceklerini düşünüyorum. Gezi başlayınca, buzdağının görünen ucunda olduğumuz anlaşılıyor.
Gezi başlıyor. Kameralarımız ve fotoğraf makinelerimiz hazır. Birileri bizi yönlendiriyor. Epey kalabalığız. Yüz elli kişi kadar varız. Saygılı bir sessizlik içinde, Cezaevi’nin ıslak hacmine dalıyoruz. Yağmur yağıyor ve her yandan içeri sızıyor. Koridorlarda tepemize damlıyor ya da oluşturduğu gölcükleri atlamak zorunda kalıyoruz. Kilometrelerce uzayan koridorun uzak ucunda titreşen gölgeler görür gibi oluyorum…bir toz bulutunun ortasında, çok çok uzakta….Mahkumların hayaletleri hala binada dolaşıyor olabilir mi? Çok azımız bu hayaletleri görebiliyoruz. Çoğumuz, gösterinin yapılacağını sandığımız avlunun çevresinde oturacak bir yer kapma telaşındayız. Hayaletler kayboluyor. RemDans Proje Topluluğu’nun dansçıları, Cezaevi’nin havalandırma avlularından birinde, yağmur altında ıslanarak dans ediyorlar. Şilteleri oradan oraya taşıyorlar. Mahkûmlardan kalan şilteleri… Sadece şilteler kalmış. Gezi boyunca ranzaları görmek için bakınıp duruyorum ama ranzalar yok. Her türlü metal ve ahşap sökülüp götürülmüş; satılmış ya da çalınmış. Kapılar yok, pencereler yok, parmaklıklar ve ranzalar yok. Koğuşlar neredeydi anlayamıyorum. Burası bir hapishaneye hiç benzemiyor ama terk edilmiş binanın devasa büyüklüğü ve sürprizlerinden giderek daha çok etkileniyoruz. Bu bina kendi başına bir şehir gibi düşünülmüş. Kendi sinema/tiyatro ve spor salonu, hastanesi, camisi, kütüphanesi, etkinlik salonu var. Dansçılarla birlikte bütün salonları, salonlar arasındaki avluları, koridorları geçiyoruz. Binanın güvenliğini sağlayan güvenlik elemanları her zaman yanımızda. Yönelmememiz gereken koridorları, merdivenleri kapatarak güzergâhı şaşırmamamızı sağlıyorlar. Fotoğraf makineleri ve kameralar aralıksız çalışıyor.
Dansçılar mekân içinde yer değiştiriyorlar sürekli. Bazen, hacim içinde yankılanan seslerini duyuyoruz sadece. Önünden geçtiğimiz daracık bir boşluğun içinde sıkışmışken rastlıyoruz sonra birine. Durup izlemek istiyoruz ama ne mümkün. Arkadan gelen yüz kişinin baskısıyla, geçerken görebildiğinle yetinmek zorundasın. Cami olarak kullanılan bölümdeyiz. Yine oturacak sandalye telaşındayız. Dansçılar, aradaki avlunun diğer tarafındaki salondalar. Gösteri ‘burada’ değil, ‘orada’ aslında. Ya da bizim ‘burada’lığımızla, onların ‘oradalığı’ arasında bir yerde.
Islak Hacim, Bayrampaşa Cezaevi’ni bir müze gibi sunuyor bize. Seyirciyi, bir zamanlar mahkûmların açlık grevlerinde öldüğü ya da operasyonlarda diri diri yandığı bir cezaevinin ‘egzotik’ anıları peşinde, fotoğraf avına çıkmış kültür turistlerine dönüştürüyor. Fakat yangın koğuşları, gösterinin dışında tutulmuş olan alt katta. Onları göremiyoruz. Şimdi yüzlerce tinerciye sığınak olan, binanın alt katına hiç inemiyoruz. Mekânın dokusuna sinmiş olması gereken ‘gerçek’e hiç dokunmadan, kendi varlığımızla yarattığımız bir başka gerçekliği taşıyarak, bu efsane Cezaevinin içinden geçip gidiyoruz. Sanki bizler de birer hayaletiz, hayalete dönüşüyoruz…
Bu gösteri Bayrampaşa Cezaevi’nden ve onun ‘gerçeğinden’ çok, çağdaş sanata, sanatçıya ve çağdaş sanat izleyicisine dair bir şey söylüyor olabilir mi? Tuğçe Tuna bunu hedeflemiş olmalı. Binanın tiyatro salonundaki sahne bu fikri destekliyor. Dansçılar, kendi çalışma süreçlerinde muhtemelen birebir yaşadıkları bazı ‘an’ları bizimle paylaşıyorlar. Molozların arasında dans ederken bedenlerinde oluşan çizikleri, yaraları, morlukları cıvıldaşarak birbirlerine gösteriyorlar. 40 yıl boyunca bu cezaevinde yaşanan acılarla dalga geçer gibiler. Ama dalga geçmiyorlar. 80’li yıllarda henüz doğmuş olan bu gencecik bedenler, 1980 askeri darbesinin yaşattığı acılara ait bir deneyim taşıyor olabilirler mi? Ya da siyasi bir cezaevine dair ne gibi imgelere sahip olabilirler?
Mesele tam da bu zaten. Gerçekler, deneyimler, kültürler, farklılıklar arasındaki derin yarıkların, bir festival oyununun, böyle zor bir mekânda geçen on günlük prova süreci boyunca aşılıp aşılamayacağı meselesi. Tuğçe Tuna akıllıca bir seçimle, Islak Hacim’in ana meselesini, çağdaş sanat pratiği ile (sanatçısı, seyircisi, context’i ve concept’iyle birlikte), Bayrampaşa Cezaevi’nin temsil ettiği ağır gerçeklik arasındaki tezata yerleştirmiş. Böylece seyirciyi gösterinin katılımcısı haline getirmiş. Günümüzün ‘güncel’ sanatçısı ve seyircisinin ‘Bayrampaşa Cezaevi’nde var olma hali’ üzerine bir gösteri kurmuş.
Tuğçe Tuna bu gösterinin iznini alabilmek için, Belediye’nin ilgili kurumuna tam 9 kez görüşmeye gitmiş. Mekânda, 8 dansçısıyla yalnızca 10 gün, güvenlik görevlileri eşliğinde prova yapabilmiş. İKSV’nin sağladığı teknik ekipman dışında tamamen bütçesiz bir prodüksiyon gerçekleştirmiş. Azmine ve sabrına saygı duymamak elde değil. İnsan düşünmeden edemiyor… Mesela ünlü Amerikalı koreograf William Forsythe’a sağlanan imkanlar Tuğçe Tuna’ya sağlansaydı neler yapabilirdi? 40 dansçı ile mekanda bir ay boyunca çalışabilseydi…? 100 adet ranzayı koğuşlara taşıtabilseydi..? Plastik maşrapa gibi objeleri kullanarak, ancak temsili olarak kurabildiği enstalasyonları gerçek bir sergiye dönüştürebilseydi..? Kültür Bakanlığı ya da Eczacıbaşı, Koç, Sabancı, Borusan gibi, sanatı destekleyen değerli ve güçlü sanat vakıflarımız, kendi sanatçısının değerini keşfedene ve prodüksiyonlarını desteklemenin önemini anlayana kadar bütün bunları sadece hayal etmekle yetinmek zorundayız.
Gösteri bittiğinde Islak Hacim’den geriye, Bayrampaşa Cezaevi’nin ‘yalnız gerçekliği’ kadar, bağımsız sanatçının ‘gerçek yalnızlığı’ kalıyor. Kentli, eğitimli, entelektüel ve ‘güncel’ performans seyircisi ise hala fotoğraf çekiyor.
1 Yorum
RemDans Proje Topluluğu ‘Islak Hacim’ projesinde Bayrampaşa Eski Ceza Evi’nde yaklaşık 2 ay boyunca kendi imkanları ile çalışmış. Buna projenin dökümantasyonu, temizlik, ulaşım, güvenlik de dahilmiş.. çalışmalar süresin de grup güvenlik desteğini Bayrampaşa Belediyesi’nden, ve polisden düzenli aralıklarla sağlamış. Kuralları; gün batmadan mekandan çıkın!!.. Son 2 prova ve gösteri günlerinde İKSV güvenliği gruba eşlik etmiş.
Mekanda Islaklık hissi için Bayrampaşa Belediyesi destek vermiş. Hortumlu tankerle tüm gösteri mekanlarının üst katları ve içerisi su ile doldurulmuş.Tam düzenek sağlanmış Yüzde 10 beklenen yağmur yağmış :))
Hergün tüm gösteri düzeneğini gece kaybolduğu için tekrar kurup topluyorlarmış!
Gösteride seyirciler arasında provalar esnasında tanıdıkları tüm sivil görevliler de aileleriyle varmış.
Grup, projenin video kayıtları üzerinde çalışıyormuş, gösteriyi Kasım 2010 da tekrar yapacakmış…