17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, 10 Mayıs 2010 tarihinde açılış etkinliği olarak seyirci karşısına çıkan Hekate’nin Şarkısı isimli gösteri ile başladı. Yönetmenliğini Engin Alkan’ın üstlendiği ve Macbeth’ten yola çıkarak kurgulanan proje Krater Yapım tarafından hayata geçirilmiş; ana eksenini ise, Selim Atakan’ın bestelediği Shakespeare soneleri oluşturuyor. Macbeth ve Hamlet’ten bazı tiratların besteleri de akışta yer alıyor.
Gösteride, Macbeth’teki cadı Hekate karakterini, genelgeçer yorumlarda ifade edildiği üzere karanlığın ve kötülüğün vücut bulduğu bir imge olarak değil, bu imgeye evrilmeden önce doğu kültürlerinde var olan haliyle bereket ve doğurganlık simgesi Ana Tanrıça olarak sergilemek hedeflenmiş. Tanıtım yazısında ifade edildiği gibi “insanlığın ortak eril ve dişil karşıtlıkları üzerinden erk ve iktidar kavramlarının binlerce yıllık yolculuğuna dikkat çekme” iddiası taşıyan gösteri, Macbeth’teki cadı sahnesi ile açılıyor. İlerleyen sahnelerde, bereket simgesi Tanrıçanın hayat verdiği erkek figürü, çeşitli güç sembolleri ile iktidarı ele geçiriyor. Ve bu kudretli Tanrıça kadın kavramı, bizzat kendi can verdiği erkek tarafından sindirilerek boyunduruk altına alınıyor.
Hekate’nin Şarkısı, özellikle Ayça Varlıer’in güçlü vokali ve yer yer dans kullanımlarıyla estetik bir boyut kazansa da, sahne olanakları ve dramaturjik hedefler açısından bir belirsizlik taşıyor. Seyirci dişil ve eril iktidar kavramlarını anlatan yolculuğu, yalnızca kadının erkek tarafından egemenlik altına alınması boyutunda takip edebiliyor. Ancak bu “iktidar” geçişinin aşamaları ve nedenleri seyirciye sunulmuyor. “Doğayla özdeşleştirilen, doğası gereği bereket sunduğu iddia edilen kadın, erkeğin iktidar hırsından ötürü mü onun boyunduruğu altına girdi” ya da “erkek doğası gereği iktidar peşinde koşan bir cinsiyet midir” benzeri sorular oluşuyor. Hedeflenen öykünün sahne olanakları ile ifade edilebilmesi için ve öykünün -dolayısıyla kurgunun- tamamlanması için gereken nedenselleştirme bu sahne akışının önemli bir eksiği. Sahnede sunulan imgeler, seyircinin bunları bir bağlam içinde değerlendirebilmesi için yetersiz kalıyor.
Akışa dair şu ana kadar yazılanlar, yalnızca sahnedeki bedensel anlatımlardan çıkanlar. Öykünün tamamlanması, metnin de işin içine girmesiyle belki mümkün olabilirdi. Ama asıl enteresan olan, Shakespeare sonelerini çıkış noktası olarak alan bir gösteride, bu sonelerin müzikal icra dışında sahneyi desteklemekte bir işlevinin olmaması; bir yandan da tüm gösteri içinde en ön plana çıkan unsurun vokal kullanımı olması. Program dergisinde gösterinin “bedensel devinimlerin, dansın, tiyatronun ve müziğin iç içe geçmiş sınırlarında” olduğu belirtiliyor. Sahnede farklı disiplinlerin kullanılmasıyla oluşan bir teatral ya da müzikal anlatım elbette ki mümkün ve elbette ki Shakespeare metinleri böyle bir anlatıma zemin hazırlayabilir. Ancak müzikal anlatımla ve bestelerin ardı ardına icra edilmesiyle sahnede yer bulan soneler, hem sahnenin anlamından hem de birbirlerinden bağımsız şarkılar olarak dinlendiğinden, seyircide bir algı karmaşası yaratıyor. Cadı Hekate’nin ve iktidar hırsına sahip erkeklerin sadece Macbeth oyununa özgü figürler olmadığını da hesaba katınca, Shakespeare, beste icrası dışında bu gösteride kendine yer bulamamış görünüyor. Bunlar göz önüne alındığında, seyirci ancak bazı teatral ve bedensel anlatım unsurları içeren bir konser izleyebildi diyebiliriz.
Projenin internet blogunda yer alan ve gösteri sürecini anlatan yazıdan da anlaşılacağı üzere, aslında bir konser olarak planlanan bu çalışma, ana malzemeyi oluşturan bestelerin sözleri Shakespeare’in sonelerinden alındığı için İKSV’ye önerilmiş ve açılış gösterisi olarak kabul almış. İçeriğinde öyle ya da böyle bir parça Shakespeare barındıran her çalışma zorunlu olarak teatral midir ve tiyatro festivaline sunulabilir mi? Sanırım tartışılması gereken ve de gösterideki temel eksikliklerin kaynağı olan nokta bu. Aslında, hedeflenen müzikal atmosfere, Macbeth üzerinden kurgulanmaya çalışılan bir akış eklenmiş görünüyor. Müzik, dans, yer yer oyunculuk kullanımı ile farklı sahne disiplinlerinin bir arada sunulduğu bir gösteri sanatları etkinliği fikir olarak parlak görünse de, tüm bunlara sahnede çıplaklıkla kurulan ilişki ve oyuncuların, yer yer “güzel” beden teşhirine kaydığı izlenimi veren beden kullanımı da eklenince gösterinin seyirciyi nasıl bir yerden yakalamak istediği konusu bir soru işareti yaratıyor.
Gösterinin içerik için giriştiği alt-metin belirsiz kalınca Shakespeare’in soneleri ve Macbeth birer malzeme olarak kullanılmanın ötesine geçemiyor. Bir tür pop Shakespeare olarak izlenebilecek gösteri, sadece bestelerden oluşan bir resital olarak seyirce karşısına çıksaymış bizce açılış gecesinin konseptine de daha uygun olurmuş. Kısaca zorlama bir gösteri yerine bir konser bütün bu problemlerin ortaya çıkmasını engellerdi diyebiliriz.
Editörün Notu: Hekate’nin Şarkısı prodüksiyonu ile ilgili diğer yazı için aşağıdaki linki tıklayınız.
İstanbul Tiyatro Festivali’nde Doğu Rüzgarı: Hekate’nin Şarkısı… / Yaşam Kaya
1 Yorum
Pingback: İstanbul Tiyatro Festivali’nde Doğu Rüzgarı: Hekate’ nin Şarkısı… | Mimesis