Oyun Atölyesi Yönetmeni Kemal Aydoğan ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.
Oyun Atölyesi’nde oyun seçimini nasıl yapıyorsunuz?
Genelde Haluk Bilginer ile birlikte seçiyoruz. Sene içerisinde 50-100 arasında metin geliyor. Her türlü metin geliyor, artık bir süre sonra okuyamaz hale geliyoruz. Ama mesela Testosteron öyle bir oyundur. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Polonya Dili ve Edebiyatı’nda profesör olan ve çevirmenlik yapan Neşe Taluy Yüce oyunu gönderdi. Çok güzel bir oyundu, “tamam” dedik “biz bunu yapalım”. Başka bir oyun daha gönderdi bize Gombrowicz’in Operet adlı oyunu. Bu yıl onu yapmayı düşündük, seneye onu yapabiliriz. O kadar güzel bir oyun ki anlatamam size. Oyunun adı Operet, oynanış tarzı da operet. Çok iyi müzik bilen oyuncular istiyor tabii ama işlediği mesele şu: Grotesk, dalavereci bir dünya, bir Avrupa eleştirisi. Ama Avrupa’yı temsilen de moda ve bir modacının giydirdiği Avrupa anlatıyor. “Çıplaklaşmak gerekir” gibi bir çıkarım var. Bunlar giydiriyorlar ama bunlar Nazi üniforması da giydiriyorlar, Kızıl Ordu üniforması da giydiriyorlar. “Hepsini bunlar yapıyor ve bunların modacıları var ama bir türlü çıplak kalamıyoruz” gibi anarşist bir teması olan bir oyun. Yani böyle farklı kaynaklar oluyor elimizde. Ama baktık hiçbir çıkış yok hemen Shakespeare’e gidiyoruz. (Gülüşmeler) Shakespeare aslında iyi bir kurtuluş yolu. Orta Avrupalı bir yönetmene sormuşlar: “Hep yerli oyun yönetiyordunuz, şimdi neden Shakespeare?” diye. O da “oynamaya değer yerli bir oyun bulamayınca en yerlisine gittim” demiş. Çok hoşuma gitti. Shakespeare sahnelerken kendi dünyandaki problemleri onun içine dahil edebiliyorsun, onunla yolculuk yapabiliyorsun. Macbeth üç yıldır yapmak istediğimiz, hazırlıklarına dair üzerine düşündüğümüz bir proje. Mesela Pericles düşündüğümüz oyunlardan bir tanesi. İyi bir çevirisini bulursak mutlaka yapmak istiyoruz.
Macbeth’in çevirisini de siz yaptınız değil mi?
Haluk Ağabey yaptı. Siz daha iyi bilirsiniz, Türkiye’de oynanabilecek düzeyde iyi çeviri yok çünkü. Böyle deyince çevirmenler alınıyorlar. Ama kitabî çeviriler var. Biri şiirselliğine yüklenmiş, biri bilgisine yüklenmiş. “Aman Shakespeare’in orijinalliğini bozmayayım, o burada şunu demiş” gibi. Metinler konuşamıyorlar, bence bu büyük bir problem. Buna Haluk Ağabey cevap verse daha iyi ama çeviriyi birlikte yaptığımız için ben de bir parça onun adına konuşabilirim sanırım. Mesela yanlış ya da eksik anlamalar var. Neredeyse her oyunda Haluk Ağabey’in “Shakespeare bunu demiyor ki” dediği birçok nokta var. Mesela argo kullanımını kaçırıyorlar, cinsellik meselesinde büyük bir tutuculuk var. Çok acayip, Shakespeare iki dilli konuşuyor ya, yani bir şey derken aslında başka bir şey diyor, bizimkiler daha çok cinselliği almamaya eğilimliler. O çağrışımını kullanmıyorlar. Onun için bir her seferinde yeniden çeviriyoruz.
Yayımlamayı düşünüyor musunuz?
Oynamayacağımız yerleri kısalttığımız için çevirmedik. O nedenle bu haliyle yayımlayamayız. Ama yayımlasak iyi olabilir. Geriye kalan çok bir şey değil, belki 15-20 günümüzü daha alır ve yayımlayabiliriz tabii.
Kolektif bir çeviri faaliyeti yürüttünüz değil mi?
7-8 kişi bir arada çevirdik, herkes bir tarafından tuttu. Hem tüm çeviriler vardı önümüzde, hem de tüm İngilizce kaynaklar. “Ne deniyor, ne oluyor, o nasıl demiş” gibi tartışarak, kendi tavrımızı koymaya çalışarak çevirdik. Ama bazen birileri de bazı yerleri çok güzel çevirmiş oluyor, “keşke alsaydık” diyoruz. Bu sefer onun cümlesi buraya uymuyor. Başka çeviri üzerinden hareket ederek Shakespeare yapmak çok zor.
Can Yücel’in çevirileri olabilir belki.
Evet olabilir. Can Yücel’in çevirileri kendine has, kullanılabilir çeviriler.
Macbeth’e dönersek, bu sezon Macbeth’i tercih etmenizin arkasında ne yatıyor?
İktidarın röntgenini çeken, bize dünyanın her zamanında, her yerinde olan iktidar mücadelelerini, o merkez-kaç kuvvetinin içine girince insanın nasıl bir yaratığa, caniye, cinayet makinesine dönüştüğünü anlatan çok güzel bir oyun. İyi bir oyun olması, Shakespeare olması, politik olması ve insana da bu halini gösteriyor olması gibi nedenlerimiz var. Oyunların içerisinde politika ile uğraşmak, oyunları oradan anlamaya çalışmak gibi bir niyetimiz var, becerebildiğimiz kadar.
Cadıları nasıl yorumladınız?
Cadıları Şaman yaptık. Cadılar: Hrant Dink. Walter Benjamin’in Tarih Üzerine Tezler’deki 9. Tez’inden -Tarih Meleği- hareketle. Bir yıkıntı tarif eder orada. Klee’nin Angelus Novus/Tarih Meleği isimli resmi üzerine yazdığı bir şey vardır. Tarihi şöyle tarif ediyor: Yıkıntıya yüzünü dönmüş, oradaki ölüleri kurtarmak isteyen bir tavrı vardır, canlandırmak ister –tıpkı bir şaman tarif eder gibi- fakat yıkıntıdan esen rüzgardan dolayı geriye doğru gitmek zorunda kalır, gittikçe geriye doğru gider. “Şimdi” kendisi ise “geçmiş”e yüzü dönük “geleceğe” de sırtı dönük bir biçimde bu rüzgar ile geriye doğru gider. Bu şekilde bir tarih tespiti var. Cadıları da bu tarih meleğinin somutlaşmış biçimi olarak anladık ve günümüzdeki karşılığı ne olabilir diye düşündük. İktidarın nasıl işlediğini Marksistler bilebilir, anarşistler bilebilir. Onlar herhalde iktidar yapısının nasıl işlediğini ve dinamiklerinin analizini dünyada en iyi yapmış kesimdir herhalde. Benim için öyle en azından. Onun için de somut hali ile iktidar tarafından “kıyılmışlar”, politik cinayet mağdurları üzerinden gittik. Bunun da günümüzdeki karşılığı Hrant Dink diye düşündük. Birebir benzetme değil ama Hrant Dink’in kıyıldığı andaki fotoğrafını düşünün. Bir cadı gelir üzerinde gazete kapatılmış olan diğer iki cadıyı, iki şamanı kaldırır, canlandırır. Şamanların bir görevi de ölüleri öbür dünyaya taşımaktır ya. Oyunu seyrederler, baştan sona sahnededirler ve iktidara kendini gösterirler. İktidar hırsı, duygusu taşıyanlara küçük müdahalelerde bulunur. Zaten cadılar da “öldüreceksin” demezler, “kral olacaksın” derler. Ortada cinayete teşvik filan yoktur. Onlar sadece kötülüğü açığa çıkarır ve ortak kötümüzü gösterirler.
Terry Eagleton’ın Cadıları “bastırdıkça yeninden ortaya çıkan toplumun bilinçdışı” olarak yorumlaması gibi mi?
Evet, çok katıldığım bir yorum. Biz de onu ezilenler ve ötekileştirilmiş olanlar diye anladık. O nedenle diğer karakterler ile aynı mekanda değiller, dokunamıyorlar, yaklaşamıyorlar ama varlar. Oyun yerden önden 20 cm arkadan 40 cm yüksekte bir yuvarlak üzerinde oynanıyor, bunlar da yuvarlağın dışında konumlanıyorlar ve kendi mekanları var. Yukarıdan kuşbakışı her şeyi seyrediyorlar. Ezilenlerin bilgisi ve onların iktidara yaptığı kötülük…
Bu dramaturjik tercih, oyundaki Macbeth ve Lady Macbeth tiplemelerinin yorumunu nasıl etkiliyor?
İkisi de çok net iktidar talep etmeye başladıktan itibaren bir çöküşün simgesi olurlar. Çünkü metinde dindar olduklarının ve aristokrat değerlere bağlı olduklarının çok net göstergesi vardır.
Shakespeare’in bakış açısından, Macbeth ile Lady Macbeth’in bildiğimiz aristokratik değerleri bırakıp burjuva değerlerinin peşinden koştukları için bu çöküşü yaşadıklarını söyleyebilir miyiz?
Böyle anlamadık, ama bu burjuva yolculuğa çıkabilmesi için bu yapının çökmesi gerektiğini anladık. Önce var olan yapının güç kaybetmesi ve çökmesi lazım. Bize göre burjuva tarafı bu oyunda yok, aristokratik dünyanın çöküşü var. Bunun simgesi de ikisi.
Aslında şöyle diyebiliriz. O aristokratik değerleri terk ediyorlar. Mesela Kral Duncan’a, akrabalık bağlarına sadakat gibi değerleri terk ediyor.
Aynen öyle. Bence oradaki çöküş de o. Yani aslında eski dünyaya bağlılar ama eski dünyada o yeni talepler ile yaşayamazsın. Shakespeare de büyük olasılıkla bir çöküş anını gösteriyor. Bu dünyadaki yapısal bozulmayı gösteriyor diye düşünüyoruz.
Mesela Macbeth tereddüt ettiği anda Lady Macbeth “O zaman insandın asıl” der…
“O zaman adamdın, o zaman erkektin” der. O kadar hain ki kadın böyle diyor. Macbeth’i sürekli erkeklik ile dürtüyor. Lady Macbeth gibi bir ajanı ben tutmak isterdim neo-liberalizm içerisinde. Gerçekten, canlı bomba gibi kadın. Aristokratik dünya bir kadın ile yıkılır mı? Nasıl bir değer sitemidir, nasıl bir çürümüşlüktür ki bir kadınla yıkılabiliyor? O dünyada kadının değeri açısından söylüyorum. Nasıl bir istek ki bu pat diye dünya darmadağın oluveriyor. Galiba Lacanvari bir şekilde bakarsak Macbeth’in kendindeki eksiklik kısırlık olması da önemli. Bir erkeğin kısır olması cinsel faaliyetinin yok olduğuna ait bir durum. Büyük olasılıkla o dünyada böyle anlaşılıyor çünkü herkesin soyunu ve zenginliğini devam ettirip, aktarabileceği çoluğu çocuğu var, bunun yok. Bu kısırlığı ile ilgili bir durum ve bunu bir tek Lady Macbeth biliyor. O nedenle annesi gibi. Onun için de herkesin içinde bağırabiliyor ona. İnanılmaz bir dili var kadının.
Shakespeare’in en güçlü kadın karakterlerinden biri sanırım.
Doğru çok dominant bir kadın ama adamın “eksiğini” tamamlamak için. Çok katıldığım bir yorum var: “Lady Macbeth çıldırarak insan olduğunu, insanlığa doğru gittiğini göstermiştir diye”. Kadın bir yere kadar bunu yapabiliyor; o erkek dünyasında gücü yetmiyor, delirerek çıkıyor. Yani o “eksiğin” yerini doldurmaya çalışma meselesi çok acayip bir şey. Bütün o savaşlar, iktidar olma hırsı bu “eksik”le bağlantılı. Kadın da onu biliyor ve doldurmaya çalışıyor. Ama iflah olmuyorlar.
Oyunda müzik kullanımı nasıl?
Cadılar şaman olarak yorumlandığı için, oradan ilham ile bir davul kullanımı var. Cadılar davul kullanacaklar ve bunu elektronik ses bulaştırmadan yapacağız. Hatta zaman zaman cadılar kapı sesi vs. yapacaklar, çünkü onlar biliyorlar. Geçmiş, şimdi, gelecek bilgisine sahipler. Diğerlerinin kendi şimdiki zamanları var. Oyunda bir de Berke adlı bir çocuğumuz var. Yönetmenin tercihi diyelim. (Gülüşmeler) Patenle, basket topu ile sahneye giriyor. O da bizim şimdiki zamanımız.
Oyunu zamanımıza taşıma gibi bir şey var mı?
Hayır hiç öyle yorumlamadık. Cadılar zamansız ve tanımıyoruz. Şaman kostümüne benzer bir kostümle, her zamanda geçebilecek bir yerdeler. Ama bugüne ait değiller. Berke ise şimdiki zamanda. Üzerinde, şortu, pateni filan var.
Banquo’nun oğlu vardır, onun bir ilişkisi var mı?
Banquo, çocuk ile karşılaşıyor. Çocuğu tanıyor ve ona sempati duyuyor ama elindeki topu ve çocuğun kıyafetini tanımıyor. Bir çocuk bilgisine sahip, “galiba bu çocuk olmalı” diyor. Şöyle bir şey düşünüyoruz eğer yapabilirsek. Berke salonda başlayacak, seyirci geldikçe onun oyun alanını doldurmuş olacak. Sonra sahneye çıkacak. Tüm bu olanlar çocuğun dünyasının işgali gibi. Yerde yatan askere bakıyor. Banquo’ya bakıyor, Banquo’un kılıcına bakıyor. Ona tanımadığı, sadece çizgi romanlarda gördüğü bir tip gibi geliyor. Ama Banquo buna sempati ile yaklaşıp sevmeye çalışırken kaçıyor. Günümüz ve şimdiki zaman bağlantısını kurmak için düşündüğümüz bir şey. Çalışıp çalışmadığına bakacağız.
Oyun ne zaman çıkıyor peki?
30 Eylül’de prömiyer yapıyoruz.
Ne zamandır çalışıyorsunuz?
1 ay bitmek üzere. Haftada beş gün, 8-9 saat çalışıyoruz. Başka türlü olmuyor çünkü.
Oyuncu kadrosu kimlerden oluşuyor?
İlker Aksum Macbeth’i, Esra Kızıldoğan Lady Macbeth’i oynuyor. Tek tek saymayayım ama Oyun Atölyesi’nde daha önceden birlikte çalıştığımız arkadaşlar da diğer rollerde yer alıyorlar. Tanıdığımız, birlikte çalıştığımız, birbirinin dilini bilen bir kadro. Neden İlker Aksum ve Esra Kızıldoğan derseniz oyunculuklarına güvendiğimiz ve tüm kadro için söylüyorum, birlikte yol alabileceğimize inandığımız oyuncular. Oyunculuk her zaman herkeste çok iyi olması gerekmiyor, her zaman da çok iyi olmaz zaten ama birlikte yolculuk yapmak Oyun Atölyesi’nin daha çok önemsediği bir şey. Birlikte yemek yiyebilmek, çay içebilmek, rakı içebilmek, birlikte bir şey deneyimlemeyi daha çok önemsiyoruz. Bu her zaman böyle oldu.
Zaten uzun süre birlikte olunuyor süreçte değil mi? Provalar, oyunlar, turneler…
Tabii her grupla en az 2 yıl birlikte oluyoruz zaten. Sadece bir araya gelmiş, oyun oynayan insanlar değil de en azından tiyatroyu paylaşan, tiyatroyu problemiyle de paylaşan, “tiyatro yapmak nasıl bir şeydir”i her akşam konuşan bir grubuz. O tür profesyonellikten biz anlamıyoruz. Burası bir yaşam alanıdır aynı zamanda. Burada ilk oynayan ekip Azrail’in Gözyaşları idi. Onların emekleri ile bu ekipler şimdi burada. Mesela dün gişeyi açtık, bugün 600 bilet satılmış durumda Macbeth’e. Bunun arka planı o zamanki ekibin bu işi istekle yapıyor olması. Onun için bunlar da bir sonrakine taşıyorlar. Seyirciye onu, o an orada, hakiki bir biçimde yaparsak oluyor. Bizim Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu gibi bir kaynağımız yok. Tek kaynağımız hevesimiz. Onlar gibi 75 liraya mal edip 6 liraya satamıyoruz. Terzimiz, marangozumuz, spotumuz, ilanı veren bir devletimiz, maaşları ödeyen bir devletimiz yok. Yok oğlu yok! O zaman ne oluyor, bir hevesimiz var. İnsanlar da 30 lira vermeyi çok buluyorlar çünkü “devlet tiyatrosunda 7 lira sizde niye 30 lira” diye kıyaslıyor. Anlatmaya kalkıyorsun, olmuyor. En iyisi seyirci ile bu tartışmaya girmektense “bakın bizim hevesimiz var, oynamak istiyoruz, sizin için bir şey yapmak istiyoruz, size bir hikaye anlatacağız gelir misiniz?” diyoruz. En baştan beri hep böyleydi.
Peki sizde kalıcı olan oyuncular oluyor mu?
Prensip olarak kalıcılık diye bir şeyimiz yok. Ama pratikte baksan çok kalanımız var. Çok insanla birlikteyiz. Ama “önümüzdeki yol da sizinle birlikte çalışacağız” sözünü vermiyoruz. Fakat şimdiye kadar pratiğimizde yeni oyunların kadrolarının 2/3’ü daha önce çalıştıklarımızdan oluşuyor.
Ama tiyatronun sabit çalışanları var değil mi?
12 ay boyunca burada çalışan, 10 kişilik bir çekirdek kadromuz var.
Peki finansal olarak Oyun Atölyesi kendine yeterli bir gelire sahip mi?
Türkiye’de en iyi para kazanan tiyatroyuz. Bunun tüm belgelerini ve bilgilerini verebilirim. Buna rağmen bir sonraki Ekim’i getiremiyoruz. Boş koltuğumuz kalmıyor; buna rağmen. Yılda toplam 200 oyuna ulaşıyoruz. Bunları duyan büyük paralar kazandığımızı düşünüyor. Evet kazanıyoruz ama aynı zamanda da yazın dört ay kazanmıyoruz ve bir de yeni prodüksiyon çıkarıyor oluyoruz. Biz hiçbir zaman Ekim ayını banka kredisi almadan getiremedik. Çünkü sattığımız 30 liralık biletin %8’i KDV olarak gidiyor o an. Sigortalı çalışanların her ay sigortası ödeniyor, maaşlı çalışanlar var, yevmiyeli çalışanlar var. Geçen yıl müzikal için 300 milyarlık ses malzemesi aldık. Maliyeti duyunca şu ikisi arasında kalıyorsun: Kaliteli olan mı yoksa seyirci bilmiyor zaten yuvarlayalım mı? Biz biliyorsak, hikayeyi seyircinin bilmemesi üzerine kuramayız. Tabii bu yatırımları yapmıyor olsak, para kazanırız. Salon işletmek büyük bela!
Daha önce de konuşmuştuk ama “özel tiyatrolara devlet yardımı” meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bize geçen yıl 66 bin lira vermişler, oyunu ise yaklaşık 30.000 kişi izlemiş. Yani seyirci başına devlet bize 2 TL destek vermiş. Biz ise her oyunda seyirci başına yaklaşık 3 TL KDV ödemişiz. Bir tuhaflık yok mu bunda? O zaman para verme, vergi de alma. Git bana salon yap vereceğin para ile. Kadıköy’de 50 tane salon olsun biz de gidip oynayalım. Böyle bakınca devlet yardım filan vermiş olmuyor. Devlet ödenekli tiyatroları desteklemiş oluyor. Bu koşullarda tiyatro yapmak gerçekten zorlaşıyor. Bizim şansımız var Haluk Bilginer vesilesi ile Oyun Atölyesi’nin kazanmış olduğu bir popülarite var. Ama herkes bu olanağa sahip olmayabilir. Nasıl olacak? O zaman prodüksiyon yapamaz hale geliyorsun. Ya da çoğu oyuncu ister istemez “tiyatrodan para kazanılmıyor” noktasında. O da gidiyor diziye. Dizide oyunculuğu kayboluyor, tiyatro yapma isteği, hevesi gidiyor. Sonra o buraya kirlenmiş olarak geliyor. Hadi yıka, temizle. Ama vaktimiz yok. Hâlbuki sabun ile çitilemen, tellak gibi keselemen lazım. (Gülüşmeler) Yani ülkendeki tiyatroya bakıyorsun Şehir Tiyatroları’nın, Devlet Tiyatroları’nın hacmi ve kapladığı yer belli, öteki tarafta özel tiyatro denen şeyin varlığı yok. Açık konuşmak gerekirse Oyun Atölyesi’ni yılda 30.000 kişi seyrediyor ama 50.000 seyretse ne olur; Devlet Tiyatrosu’nu 1,5-2 milyon kişi seyrediyor ve her yıl o estetik ile karşılaşıyor. Hem bilet başına 30 lira vermek zorunda kalmıyor hem de estetik beğenisi o kadar düşüyor ki onları sever ve beğenir hale geliyor. Hatta bizden de talep eder hale geliyor. Mesela biz çok aykırı bir tiyatro değiliz, insanların seyredebileceği bir yerde duruyoruz. Küçük denemelerimiz olsa da bir uçukluğumuz, kaçıklığımız yok. İşte müzikal deniyoruz. Ya da cadılarla Hrant Dink’e yolculuk yapacağız. Seyirciden onu anlamasını bekliyoruz. Emin olun ki bu ilişkiyi kuramayacak insanlar olacak. “Burada ne demek istiyor?” diyecek ya da kabul etmeyecek. Çünkü Türkiye’de iyi tiyatro yapılmıyor. Kim ne yapıyorsa yapsın ama iyisini yapsın. Vodvil yapsın ama iyi olsun. Her yıl en az 30 oyun izliyorum. Geçen sene iyi oynanan bir oyun Vahşet Tanrısı. Bir de enteresan bir deneme ama Romanyalı bir yönetmen olduğu için tutmamış bir iş olan Bakkhalar. Enteresandı ama Türkiye’de olmamıştı. Türkiye’den birinin Türkiyeli göstergelerle o oyunu yönetmesini çok isterdim.
İKSV festivalini takip edebildiniz mi?
Çok kötü olduğunu düşünüyorum. Tercihlerine, bize seyrettirdiklerine, bizi hangi angajmana dahil etmek istiyorlarsa ona katılmıyorum. Bizi çok ve farklı örnek ile karşılaştırsınlar, yolumuzu biz bulalım. Dava, Dava dediler, Dava’nın sonunda vardığımız noktanın bir teknoloji tapınması olduğunu gördük. Malkovich’i filan hiç söylemiyorum. Festivalin para kazanma derdi olabilir ama böyle olmamalı sanırım. Tabii yine Suzuki vardı, ben çok seviyorum onun tiyatrosunu, ama öncekine göre zayıf buldum. Benim içimin açıldığı tek prodüksiyon Piccolo Tiyatrosu’nunki idi.
Yerli oyunları takip ettiniz mi?
Hiçbirini takip etmedim. Festivalin yerli oyun tercihlerine katılmıyorum. Yerli olsun ama çeşitlilik olsun. Ya da bir tiyatroya bir şey ısmarlansın. 2010’dan planlansın bu mesela. Bir de gerçekten hazır olmuyor oyunlar. Biz öyle bir bela yaşadık. Atinalı Timon ile katılmıştık. Burada prova yaptık, sonra buranın iki katı bir sahneye gittik, her şey yerle bir oldu, hiçbir şey çalışmıyor. Adapte olana kadar anamız ağladı. Sonra orada üç oyun oynadık. Burada beş oyun oynadık, sezon kapandı. Ekim’de geldik kimse oyunu hatırlamıyor. Ama o kadar para harcamıştık. Ne oldu?
Festivalde yer alan yerli oyunların çoğu sonraki sezonda devam etmiyor galiba…
Eylül’de yapsınlar festivali. Festival enerjisi üzerimizdeyken sezona aktaralım kendimizi. Sonra da devam edelim oynamaya. Bizim gibi geçimini sadece tiyatrodan kazanan bir tiyatro için çok zor oluyor. Bizim için ölü yatırım oluyor. Geçimini tiyatroya bağlayınca sürtünmeye başlıyorsun. Hem geçimini sağlayacaksın hem sanatsal olan, Türkiye’ye ait, seyircinin beğeneceği ve derdimizi anlayacağı bir oyun yapacaksın… Bunlar pratikte oluyor. Sanat yaparken öğrenilen bir şey. Seyirci geliyor bir şeyi beğenmiyor. Oyun da böyle gelişiyor.
Tiyatro günümüzün gelişmelerine sinema kadar çabuk yanıt vermiyor. Belki de onun için yeni kuşak seyirciyi kaybediyor. Bunun birçok ekonomik vs. de olabilir de… Ama bugünü dert eden, bugünkü meseleleri tartışan iyi oyunlar çok fazla çıkmıyor. Birincisi oyun yazarları hala 60’ların paradigması ile akıl yürütüyorlar. Diğer bir neden de çok fazla tiyatronun içinde, uygulamanın içinde değiller. O zaman da oyunlar sahne üzerine taşınınca işlemeyebiliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Haklısınız. Burayı açtığımızda temel hedeflerimizden biri yazarlık atölyesi kurmaktı. Bundan vazgeçmiş değiliz. Ama bir sürü şey ile boğuşmaktan vakit bulamadık. Çünkü o da konsantre olunması ve emek sarf edilmesi gereken bir alan. Mesela oyunlar çıktıktan ve başladıktan sonra Kasım’dan itibaren bir ekiple oyun yazma hedefimiz var. Doğaçlamalar ile bir metin yazalım, nereye gider denemek istiyoruz. Fakat Türkiye’de tiyatro oyunu yazmanın önünde çok temel bir problem olduğunu düşünüyorum. Bu da Türkiye’nin Batılı bir yönteme ya da algıya soyunması gibi bir tuhaflık. Yani diyalog kurabilmeyi becermiş Batı kültürünün kendini drama anlamında geliştirip buralara taşıdığı bir varoluşu biz beceremeyiz. Çünkü biz diyaloglu bir dünyanın insanı değiliz. Ontolojik bir şeyden bahsediyorum. Bu edinilecek bir şey de değil. Bu Cumhuriyetler kurup, insanlara bunları öğreterek olmaz. Batıda bu 2500 yıldır var ve üstüne koya koya gelişmiş ve ortaya böyle algılayan, diyaloglar yazabilen ve olaylarını böyle anlatabilen bir kültürden bahsediyoruz. Burası ise başka türlü bir şeye sahip. Temel motivasyonu hikaye anlatma üzerine kurulu. Bu formu kendiliğimizden tanıyoruz biz. Hepimizin ailesinde, mahallesinde vardır. Mesela ben dedemden Köroğlu türküleri, hikayeleri dinleyerek büyüdüm. Niye çünkü hikaye anlatıcıları gelir bunları köyde anlatırmış, onlar da o öyküyü dinlerlermiş. Resimdeki karşılığını düşünelim, burası minyatür ise orası perspektifli resim. İyi ya da kötü demek istemiyorum, birbirine benzemediğini söylemek istiyorum. Burası dramatik tiyatro yazmaya kalktığında ve dediğin gibi pratiğini de bilmeyince bu açılardan sorun oluyor, beceremiyorlar. Oyunlar başlayamıyor, oyunların öncesi, sonrası yok, karakterler bir şey yaparken başka bir şey yapıyor. Mesela Shakespeare Macbeth’de Lady Macbeth’in Macbeth’e hitap ettiği yerlerde üç-beş farklı hitap biçimi kullanmış. “Kocacığım, sevgili lordum, hişt” gibi. Bu, bir durum içerisinde iki kişinin ilişkilerinin biçimini kavramak ile ilgili bir şey. Yani olayı diyalog vasıtasıyla öyküleyebiliyor ve her ortamda ayrıştırabiliyor. Bizde böyle bir geçmiş ve gelecek olmuyor. Bence bu temel bir problem ve Türkiye’de iyi oyun yazarı da yok. Çaba var ama o çaba temeldeki bu eksikten dolayı hiçbir zaman beceremeyecek. Nasıl Devlet Tiyatrosu Türkiye’de hiçbir zaman tiyatro yapamayacaksa, oyuncun da ne oynadığını anlamıyorsa, dramaturgun ne deşifre ettiğini anlamıyorsa, yönetmenin, seyircin anlamıyorsa yani anlaşılamayan bir ortamda tiyatro yapılıyorsa ve herkes her an tiyatrodan vazgeçebilecek bir noktada ise herhangi bir ağırlığın yok demektir. Devlet Tiyatroları bu sezon bilet fiyatlarını 20 TL’ye çıkarsın seyircisinin %80’i o tiyatrodan anında vazgeçmez ise ben hiçbir şey bilmiyorum! Yani bu koşullarda dedem gibi bir insana sen Batılı tiyatroyu nasıl izlettireceksin?
Siz nasıl izlettiriyorsunuz peki?
Benim kökenimin Ankara Dil Tarih olması ve Nurhan Karadağ’ın öğrencisi olmam sebebi ile seyirlik oyun dünyasına aşinayım. Oradaki oyun oynama, oyun çıkarma, oyunun nasıl oynandığına dair bir algı ya da bilgiye sahibim. İster istemez aklım hep oraya gidiyor. O nedenle bazı riskleri almaktan kendi adıma çekinmiyorum. Mesela klasik bir Shakespeare yorumu nasıl olur bilmiyorum. O nedenle beni tutan bir şey yok. Haluk Ağabey’in de buna onay vermesi ile bu kimliğin tiyatro içinde görünür olmasına, hatta seyirci ile kurulan iletişimde dayanak olmasına itirazı yok. O da yurtdışında eğitim almış olabilir ama Türkiyeli sonuçta. Anneannesi, babaannesi var, masalları var. Karagöz’ü Hacivat’ı var. Bence Türkiye’de Karagöz’ü en iyi oynayan adamdır. Karagöz’ü çok iyi bir biçimde cisimleştirmiştir. O da “kendi kimliğinde, kendi kültürünle temas eden bir şey yapmadığın sürece hiçbir anlamı yok” diyor. Yani benim eğitimdeki o kaynakla, Haluk Ağabey’in bu algısı ile bir şeyleri buluşturmaya çalışıyoruz.
Kendi oyun metninizi üretme fikri önemli aslında…
Evet önümüzdeki yıl böyle bir niyetimiz var. İstekli olan 6-7 arkadaşımız var. Onlarla birlikte doğaçlamalara dayalı bir çalışma yapmayı düşünüyoruz. Konumuzu da bulduk aslında. İlkokul öğrencilerinden yola çıkarak “biz nasıl vesayet altına alındık” sorusunu ele alacağız. “Biz nasıl militarizmi bu kadar kolay, bu kadar çabuk içselleştirdik ve her yerde bunun diliyle davranıyoruz?” Bunu anlayalım dedik. Hatta bununla eğlenelim, kabare yapalım, müzikal yapalım dedik. Dönüp dolaşıp ilkokuldaki dünyaya dönüyoruz hepimiz. İlkokulda böyle yaptılar bize: Bedenlerimizi kullanışımızdan aklımızı kullanışımıza kadar bir cendere içindeyiz hepimiz. Atamıyoruz ilkokulda yaşadıklarımızı içimizden. Kulağımızı çektiler, favorimizi kestiler, vs. Bunları eğlenceli bir dille araştıracağız. Doğaçlama yaparak, diyaloglar yazarak. Çok elzem bir şey bu. Türkiye’de oyuncu var, daha iyi oyuncular da olabilir. Türkiye’de yönetmen de var. Ama Türkiye’de yazar gerçekten bir problem.
Aslında bu problemden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Toplulukların kendi oyun metinlerini üretmeleri gerekiyor. Belki doğaçlamalardan yola çıkarak, belki kendi içlerinde bir yazar barındırarak…
Tabii…
Çünkü toplulukların kendi metinlerini yazması yeni iyi metinlerin ortaya çıkmasını sağlayacak.
Adı George olan, adı Emma olan biriyle karşılaşmaktan çok sıkıldım artık. Macbeth artık herkesin ortak masalı olduğu için içim rahat. Belki de onun için Shakespeare’e yöneliyoruz hep. Adaptasyonu daha mümkün metinler. Testosteron da öyle bir metin. Babanın adı İstavroz mesela. Çok eğlenceli bir kodlar dünyası. Ama adı İmame olan bir babayı tercih ederim.. Hıristiyan kültürüne dair bilgi kırıntıları olduğu için İstavroz’da da eğleniyoruz ama İstavroz yerine İmame olsa daha çok eğlenirdik. Oyuncuya anlatırken de zorlanıyorsun, ben de anlarken zorlanıyorum: Bu Emma nerden çıktı, neden hastalandı şimdi diye? Nerden bileyim, Londra’nın banliyösünde yaşayan birinin hastalanmasıyla nasıl temas edeyim? Edemediğimiz için de buraya getirerek anlamaya çalışıyoruz sürekli. Şuna benziyor, buna benziyor diyoruz. Aslında benzemiyor. Aslında olmayan şeyler üzerine kurarak inşa ediyoruz oyunları. Shakespeare’de Moliere’de bu pek geçerli değil, çünkü onlar artık herkesin masalı.
Ama oyun yazarı meselesi birincildir. Devlet Tiyatrosu’nun işi gücü bırakıp bu işi sürekli destekliyor olması gerekir. 60. yılda 60 yazar gibi bir felakete sürüklenmeden her yıl yeni yazarların oyunlarını gündeme getirmesi lazım. Planlaması yok aslında bu işin. Bakıyorsun National Theater’a orada yapıyorlar bu işi, planlamasını yapmışlar. Problemlerini koyuyorlar ortaya, “Nasıl yaparız?”, “Ne eksiğimiz var?”, “Şu eksiğimiz var.”
İngiltere’de bunun için inanılmaz bir ödenek ayrılıyor ayrıca.
Evet. Onun için de işte in-yer-face de çıkıyor, Pinter da çıkıyor…
New writing diye bir akım çıkıyor ortaya. Orada da üretilen o metinlerin çoğunun sahneye taşınamaması gibi bir sorun var.
Yine de yeni kuşağın meselelere nasıl yaklaştığını anlayabileceğin metinler çıkıyor. Türkiye’de 20 yaşında oyun yazan insan yok. Onun dünyasını göremiyoruz biz. Varsa da ulaşması gereken yere ulaşamıyor. Ya da gerçekten diyaloglu bir oyun mu yazmalıyız? Yani Batı tipi oyunlar mı yazmalıyız? Şimdi herkes in-yer-face tarzı oyunlar yazmaya başladı. Tek çıkış yolu bu mudur tiyatronun? Ümraniye’nin meseleleri nasıl anlatılabilir?
Yazarlık okulda öğrenilebilecek bir şey değil. Hakikaten pratik içinde olması gerekiyor yazarın. Biz mesela böyle bir şeye çok açığız, bir yazarlık bölümü öğrencisiyle çalışmayı çok isteriz. Mitos’tan onlarca kitap çıkıyor, ama yazarların biri de burayla iletişime geçmiyor. Böyle bir iletişimsizlik var. Çok hevesli değiller, karşılık alamayacaklarını düşünüyorlar. Bir iki tane istisna oldu şimdiye kadar. Çok iyi bir genç oyun yazarı bizimle iletişim kurdu, oturduk, konuştuk, tartıştık. Ama okyanusta bir damla… Birilerinin bu işi planlaması lazım. Özel tiyatroların bu işle ilgilenmesi bir zorunluluk, ödenekli tiyatroların da bu işe belli bir plan dahilinde el atması gerekiyor. Özel tiyatroların böyle bir çalışması yok. Alttan birilerinin dayatması gerekiyor bunu, “bakın böyle bir dünya da var” demesi gerekiyor. Aksi takdirde özel tiyatrolar dönüşmüyorlar. Atalet diyebilirsiniz, tembellik diyebilirsiniz, kendini güvende hissetme arzusu diyebilirsiniz. Bir sürü engel. Ama Devlet Tiyatrosu’nun bunu yapma konusunda engeli yok.
Devlet Tiyatrosu’na oyun veren bazı yazarların oyunu onlar öldükten sonra oynanıyor ya da hiç oynanmıyor.
Büyük bir rant kapısı orası. Bir yazar seyirci gelirinin %40’ını telif olarak alıyor. Böyle olunca kimileri suyun başını tutuyor, yazarlar birbirlerine düşüyor, vs. Sahiden nitelik ölçümü, sanatsal değerlendirme de bir tuhaf Türkiye’de. Bir hayli “ahbap-çavuş” modeli değerlendirme söz konusu. Ya dövüyorlar, ya seviyorlar. Sev ama aynı zamanda eleştir.
Peki tiyatro alanında örgütlenme konusunda Oyun Atölyesi’nin tavrı nedir?
Oyun Atölyesi’nin bu konudaki tavrı “hemen örgütlenilmeli” yönünde. Bir süre önce bu konuda da bir girişim olmuştu. Tiyatro Platformu adıyla. Onun içinde ilk başta biz de vardık. Hatta ilk toplantıyı burada yapmıştık. Ama örgütlenme konusu devlet yardımından alınan paya odaklanınca olmuyor. Devletten bir pay almalıyız, devlet tiyatro için bir kaynak ayırmalı. Şu an özel tiyatrolara verdiği paraya kaynak diyemeyiz. Ama örgütlenme konusunda biz merkeze bu devlet yardımını koymamalıyız. Biz merkeze “kamu tiyatrosu nasıl bir şeydir?” “bunun kriterleri nedir?” ve biz devleti “kamu tiyatrosu” kavramına ikna edebilir miyiz?. Sadece Şehir Tiyatrosu değil biz de kamu tiyatrosuyuz. Son beş yılda beş tane Shakespeare sahnelemiş topluluk kamu tiyatrosu değil midir? Devlet Tiyatrosu’ndan ne eksiğimiz var ki bir prodüksiyonumuz için ondan daha az para alalım? Ya da biz Kadıköy’ün kamusunda değil miyiz? Burada bir sanat yaşam alanı kurmuş olmamız Kadıköy’ün sanat hayatına bir katkı değil mi? Artık paradigmanın değişmesi gerekir. Eski paradigma bellidir: Cumhuriyet kurulurken bu kurumlara ihtiyaç vardır ve desteklenmiştir. Artık bu cumhuriyet beni de içersin. Bu ancak ideolojik bir mücadele ile olabilir. Ama örgütlenmek için bir araya gelenler devlet yardımına odaklanıp “ona beş lira verdin, bana üç lira verdin, beni refüze ettin” deyince örgütlenme olmuyor. Devlet Tiyatrosu’nun bir oyununa 1 trilyon dekor parası harcandı, biz Oyun Atölyesi’ni 1.5 trilyona kurduk. Bir dekorla bir tiyatro binası yapılabiliyorsa “neden dekor yapıyorsun, tiyatro binası yapsana” derler adama.
Öncelikli olarak kamu fikrinin gelişmesi lazım. Kamunun içinde sağcısı da sanat yapacak, solcusu da. Muhafazakarları da destekleyeceksin, ilericileri de. Mesela Mimesis’i desteklemek zorundasın. Tiyatroculara çok faydası var, ticari bir amacı da yok. Desteklemek zorundasın.
Bu ideolojik mücadeleyi verecek olanlar da bir fikir etrafında buluşamıyoruz maalesef. Birileri “devrim yapacağım” diyor, diğerleri “ya dur şimdi, devlet yardımını konuşalım” diyor. Böyle şeylerle birbirimizi oyalayacaksak oyalamayalım, bir araya gelip sahici dertleri konuşalım.
Sahici dertler derken…
Mesela “devletin tiyatro yapması meşru mu?”. Cumhuriyetin yıkılacağı korkusundan arınarak konuşmalıyız. “Aman burası cumhuriyetin bir kurumu, ona halel gelmesin” diye yaklaşamayız. Ortalık cumhuriyetin kurumlarından geçilmiyor, önemli olan adam gibi çalıştırmak bunları.
Mesela “kamu tiyatrosu olmanın kriterleri nelerdir?” Bu 1.5 trilyonluk devlet yardımını almayalım. Diyelim ki: Mesele bu değil artık. Mesele bizim tiyatro yapma hakkımız. Mesela salon yok, ekipman yok, iyi eğitilmiş oyuncu yok. Sen devlet olarak bunları nasıl sağlarsın, bunu konuşmamız lazım. Devleti, Devlet Tiyatrosu’nu bu konularda göreve çağırmalıyız. Bence gelinen şu noktada Devlet Tiyatrosu meşru değildir bana göre. Avrupa’nın hiçbir yerinde devlet böyle tiyatro yapmıyor. Avrupa’da bu işlerin nasıl olduğunu burada herkes biliyor ama o dönüşüme doğru gitmiyor kimse. Bir araya geldiğimizde bunları konuşmamız lazım. Kimsenin birbirini örgütlemeye kalkmaması, kimsenin “aman memleket elden gidiyor, bizi yıkacaklar, yakacaklar” söylemine girmemesi lazım. Tiyatro konuşmamız lazım. Tiyatronun meselelerine gelemeden burada takılıp kalıyoruz. Örgütlenme meselesi geç kalınmış, acilen yapılması gereken ama ortak çıkarlarımızı saptayamamaktan kaynaklı olarak bir türlü gerçekleştiremediğimiz bir şey.
Aslında farklı kategoride tiyatro toplulukları var, amatör topluluklar, özel tiyatrolar, üniversite tiyatroları… Her kategorinin özgül sorunları olmakla birlikte asgari müşterekleri, ortak dertleri de var…
Mesela salon meselesi…
Altyapı sorunları.
Evet, altyapı sorunları.
Ya da ifade özgürlüğü önündeki engeller.
Elbette. Bunlar çok temel ve ortak meseleler. Mesela salon sayısı yeterli mi, salonların olanakları, akustiği, ekipmanı yeterli mi? Birilerinin bunları dert edinip bunun için mücadele etmesi gerekiyor. Belediyelere gidip, Kültür Bakanlığı’na gidip bunun mücadelesini vermek gerekiyor.
Son dönemde Devlet Tiyatroları ile ilgili bazı gelişmeler var. Oyuncuların performansa göre değerlendirilmeleri gibi girişimler söz konusu. Bunun yanı sıra AKP’nin Devlet Tiyatrosu’na yönelik gizli bir ajandası olduğuna dair görüşler var.
Evet var ve bence bunlar çok iyi gelişmeler. Ama her türlü ilerici adımı AKP’ye bırakmayalım, biz ön ayak olalım biraz da. AKP’nin bu girişimlerinin ana derdi parasal tabii. Aman daha az nasıl öderiz kaygısı. Ama asıl bizim için önemli olan Devlet Tiyatrosu’nun sanatsal olarak başka bir şeye dönüşmüş olması. Ertuğrul Günay performans açıklamasını yaptığında çok memnun oldum ben.
Aslında daha farklı bir çözümü tiyatro dünyasının kendi içinde üretip, hükümeti buna zorlaması, talep etmesi lazım.
Tabii. Bizim işimiz bu, niye AKP’ye bırakıyoruz ki. Bu çözümleri AKP dillendirince benim kanıma dokunuyor. “Neden ben bu problemin asıl sahibiyken ben bunu dillendiremedim de bunlar dillendirdi” diye. Örgütlenme bunun için çok gerekli zaten. Ama benim çok fazla ümidim yok Türkiye tiyatrosundan, gerek örgütlenme anlamında, gerekse estetik anlamda. Bir araya geliniyor, ilk konuşulan “devlet yardımının kriteri ne olacak?”, “kim ne kadar alacak?”. Biri 60 almış biri 40. Ne önemi var? Asıl sorun başka yerde. Trilyonlar Devlet Tiyatrosu’na akıyor, sen 40 mı 60 mı derdindesin. Halbuki o paralarla 100 tane topluluk Kadıköy’de perde açar. Bizim tiyatrocuların biraz hayali dar, ufku dar. Aslolan kamusal alanda tiyatro yapmanın çoğalması, oyun denen civanın kamusal alana yayılması. Oyun güzelleştirecek hayatı. Bunun için de tiyatronun görünür olması, tiyatro mekanlarının çoğalması lazım. Kadıköy’de 50 tane Oyun Atölyesi olması lazım.
Başka salon açmayı düşünüyor musunuz?
Düşünüyoruz. Mekan arıyoruz. Avrupa yakasında arıyoruz, bulursak açacağız. Çok para yatırabilecek durumda değiliz ama burada edindiğimiz deneyimle bir salon işletmenin nasıl bir şey olduğunu biliyoruz artık. İnsanlarla, çevreyle nasıl ilişki kurulur, insanca bir sanat ortamının kriterleri nedir, bunlara dair bir fikrimiz var. Tiyatroda mekan çok önemli. Mekan merkezli çalışmak gerekiyor. Belli bir mekanda çalışmayınca seyirci senin adını unutuyor. Daha önceleri kimse bizim ismimizi ezberleyemiyordu. Mekan açıldı, herkes burayı Oyun Atölyesi olarak biliyor artık. İsmimizi ezberleyemeyenler artık bir yerin yol tarifini Oyun Atölyesi’ne göre veriyorlar. Tiyatro mekanla yapılan bir iş. Ama mekanın yaşaması gerekiyor. Mesela AKM bir tiyatro mekanı değil, girilir ve çıkılır. Oysa tiyatro mekanının yaşayan ve yaşanan bir yer olması gerekiyor.
Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
2 Eylül 2010 – Oyun Atölyesi
Cüneyt Yalaz-Duygu Dalyanoğlu / MİMESİS