[Emek Erez’in Gazete Duvar’da yayımlanan yazısının bir bölümünü paylaşıyoruz.]
William Saroyan, belgesel boyunca takip ettiğimiz yolculuğunda, o uzak ülkeye Bitlis’e ulaştığında şu cümleyi kuruyor: “Harika harika! Hayatımın en anlamlı günü…”
Barbara Cassin, doğup büyüdüğü yer olmamasına rağmen Korsika’ya her dönüşünde, bastıramadığı nostalji deneyiminden bahseder: “Güçlü bir duygu, Atalarım bu adadan olmadığından, burada doğmadığımdan ve ne çocukluğumu ne de gençliğimi burada geçirdiğimden garip de bir duygu. Korsikalı değilim, Paris’te doğdum, orada yaşayıp çalışıyorum…” (1) William Saroyan’ın hayatını ve Türkiye’ye yaptığı yolculuğu anlatan, Lusin Dink tarafından yönetilen, “Saroyanland” (Saroyan Ülkesi) belgeseli, Cassin’in bu deneyimini anımsattı. Saroyan da Türkiye’de doğmamıştı, ailesi hayatta kalmak için göç etmek zorunda kaldığından Amerikalıydı ama Cassin’in tersine onun Ataları buradandı, bu yolculuk o nedenle kökenlere de yolculuktu. O da ne çocukluğunu ne gençliğini Türkiye’de ailesinin eskiden yaşadığı Bitlis’te geçirmişti; peki, o da “eve dönme” nostaljisi mi hissetmişti yoksa başka duygular mı?
Saroyan’ın bir gölgeyle temsil edildiği bu filmi izlerken, araba yavaş yavaş yolları aştığında, dağları, tepeleri, dere kenarlarını uğrak noktası yaptığında, izleyenin kafasında belli sorular oluşuyor hâliyle. Yazarın 1964’te Türkiye’ye ilk kez yaptığı bu yolculukta ne hissetmiş olabileceğini düşünüyorsunuz, ev neresi, ülke neresi bir insan ki -Saroyan metinlerinde hep hissettiğimiz o sürgünlük hissinin de etkisiyle- söylersek, bir sürgün çocukluğu boyunca aile eşrafından dinlediği memleketine döndüğünde hangi duygu belirgin olur? “Oraya gidecektim, orada yaşayacaktım, oraya yerleşecektim ve orada ölecektim. Kemiklerim orada ölmüş Saroyanların kemiklerinin yanına konacaktı ve kim bilir sonsuza dek orada kalacaktı. Kemiklerimiz orada biz oradayız atalarımızın belleğinin yettiği yere kadar.” Derrida yabancıların ve sürgünlerin konumlarından bahsederken iki ortak nostaljileri olduğundan bahseder: Ölüm ve Dil. (2) “Ölüm” bir sürgün için önemlidir çünkü mezarlığı yanımızda taşıyamayız, sürgün ülke denen yerden çıktığında, geride Saroyan’ın söylediği gibi Atalarına ait “kemiklerini” bırakır. Mezarlıklar kişilerin kökenlerini anımsadıkları, bir toprağa ait hissettikleri yerdir aynı zamanda çünkü ölüyü ziyaret hakkı kişiye orada yaşıyor olduğunu, bir ağaç gibi köklerini orada saldığını hatırlatır. Bu nedenle sürgünde olan, çıkılan yere, o ülkeye dönmek ister bu onun nostaljisine kapıldığı şeydir, Saroyan’ın şu cümlelerinde bahsettiği bu nedenle önemlidir: “Kemiklerim orada ölmüş Saroyanların kemiklerinin yanına konacaktı…” Kemiklere kavuşmak, kökene ait hissettiğin yere kavuşmak, ülkede olmak belki ömür boyu hiç hissedemediğin o aidiyet duygusuna erişmek, senin kemiklerinin de o toprağa karışmasının arzusunu duymak, bana kalırsa Saroyan’ın bu cümlelerde bahsettiği de bu. Bu bağlamda Derrida’nın bahsettiği diğer meseleye yani dile gelirsek, mezarın aksine dil devamlı yanımızda taşıyabildiğimiz, hayatımızın her parçasında varlığını sürdüren bir şeydir bu nedenle doğumdan ölüme bizimle birlikte olandır bundan dolayı yabancı, göçmen ve sürgün konumundakiler için vatan anlamını taşır. Ama Saroyan için durum bundan daha karmaşıktır çünkü o kendi dilini değil İngilizceyi yanında taşımaktadır. “Ben İngilizce yazıyorum babam olsa kendi dilinde yazardı” der bu nedenle. Bu anlamda Saroyan vatan olarak tahayyül edilen o dilden de yoksundur. Onun dil ile ilişkisini anlattığı, belgeselde de yer verilen ve çocukluk tanıklıklarından çıktığını anladığımız, “Zavallı Bağrı Yanık Arap” (3) öyküsüne bu açıdan bakabiliriz, Aram’ın dayısı Hosrov’un kahvehanede tanıştıkları tahmin edilen Arap Halil ile ilişkisinin anlatıldığı bir öyküdür bu. Öyküde Halil ve Hosrov bir araya geldiklerinde konuşmazlar, kurdukları ilişkinin dayandığı ortak nokta “zavallı ve bağrı yanık yetimler” olmaktır. Bu dilsiz bir ilişkidir, dayı ve Arap her gün bir araya gelirler sessizce otururlar, Arap arada bağırır “zavallı bağrı yanık yetimler” oysa Hosrov hiçbir şey söylememiştir, yani bu bir cevap, söylenilen bir şeye karşılık değildir. Konuşamayan, söylemeyen, kekemeleşmiş bir dilin arada sessizliğin nedenini haykırışıdır, görülenden, tanık olunandan dilden geriye kalmış tek şey sessizliği bozan bir cümledir. Sürgünün dil ve nostalji ile ilişkisinden bahsederken Cassin’in değindiği, Arendt’in deneyimi de önemlidir, O Almanya’dan değil, Almancadan sürgün edildiğini düşünür, Hitler öncesi Avrupa’sına dair nostalji duyduğu tek şeyin dil olduğunu söyler çünkü ona göre, “anadilimizi yani doğal tepkilerimizi, duygularımızın kendiliğinden gelen jestini ve ifadenin basitliğini kaybetmek”tir anadilini kaybetmek. Saroyan için de benzer bir durum söz konusudur o da kendi dilinin imkânını kaybetmiştir ama Arendt bir yanıyla ondan daha şanslıdır: “Otuz sene önce Almanya’yı terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz; anadil bir kişinin eski vatandan getirebileceği tek şeydir ve ben hâlâ bu yeri doldurulamaz şeyi bütün ve canlı tutmaya gayret ediyorum” der. Saroyan eski ülkeden dilini getirememiştir, direkt olarak başka bir dile doğmuştur, Ermenice onun aile çevresinden duyduğu kadar zihninde bir yere sahiptir, bu nedenle o anadilinden de sürgündür ve bir insanın varoluş çabasında bunun önemli olduğunu söylemeye gerek yok. Bundan dolayı onun için dil, belgeselde anneannesinin aktardığı şu cümlenin ifadesidir belki de: “ ‘Bizim dilimiz’ diye bağırırdı, ‘acının dilidir, ölümü tattık hep; dilimizde nefretin ve öfkenin yükü var.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız.