(Yeni Yaşam gazetesinden Ateş Alpar ve Zeynep Sönmez’in koronavirüs gündemi ve kültür-sanat üzerine Süreyya Karacabey ile yaptıkları söyleşiyi okuyucularımızla paylaşıyoruz)Tiyatro tarihi üzerine başka pek çok kitaba imza atmış olan OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) Tiyatro Bölümü’nden ihraç edilen Doç. Dr. Süreyya Karacabey ile koronavirüs gündemini ve kültür-sanatın bu süreçten sonraki geleceğini konuştuk.
Süreci nasıl yaşadınız/yaşıyorsunuz? İlk başlarda hepimiz için odaklanarak çalışmak, okumak – yazmak zordu, siz üstesinden gelebildiniz mi?
Aslında pandemi, ülkede yaşadıklarımızdan dolayı “menüde başka ne var” diye azcık ironik seslendiğimiz bir zamana denk geldi, sınırlandırılmış bir zamana, daha geniş bir zamanla esneterek bakmaya çalışmak gerekiyor, sanki sıkıştırıldığımız zaman ve mekân bizi hep gündelik aciliyetlere hapsediyor ve bu kapanmışlık zaten ebedi bir karantina duygusu yaratıyor. Bu bekleme halini o kadar içselleştirdiğim zamanlar vardır ki, içinden geçtiğim süreci ona benzettim. Şimdi durmalısın, biraz zaman geçince daha iyi düşünebilirsin türünden bir şey. Nasıl yaşadığıma gelince, biz evde otururken çalışmak zorunda kalanların varlığına, hep bildiğimiz ama daha görünürleşen eşitsizliği üreten varlıklarına çarptıkça öfkeli ve depresif; sonra o duygunun aralandığı zamanlarda sakinleşince de hep birlikte durup düşünmenin hepimize belki iyi geleceğini düşünerek geçti. İçimden bütün dünyayla konuşmak gibi bir alışkanlığım var eskiden beri, ne tartışmalar yürüttüm, bütün kurumlarla, organizasyonlarla. İçim çok gevezeydi bu dönemde. Biraz dışarıyla ilgilendim, başka insanları ve sokaktaki hayvanları daha iyi görmeye çalıştım, yalnız hissetmedim kendimi bu yüzden. Çalışmak ya da okumak, bunlar kesintiye uğrayabilir zaten, uğramaları gerekiyorsa, bu anlamda kendimi çekiştirmedim, hırpalamadım, her şey olması gerektiği gibiydi belki de, herkesin ve her şeyin zamanı farklıdır. Daha az okudum, az şey izledim ve bu dönemden bir performans çizelgesi çıkarmadım. Zihin raflarımı yerleştirmeye çalıştım, bana iyi geldi. Kuşları ve bulutları seyrettim, ağaçlara baktım, biz yokken doğada her şey daha iyiydi. Çok üzücü değil mi bu? Bizsiz mutluydu canlılar.
Üzücü gerçekten… Peki “ev fikri” hakkında neler söylersiniz; bu süreçte değişikliğe uğradı mı, hâlâ aynı mı? Gelecekte nasıl bir ev tahayyülü ile baş başa kalacağız?
Ev fikri de bütün fikirler gibi, ezici yan anlamlarıyla bir kapana dönüşeli çok olmuştu. İki anlamda. Birincisinde insanlarla bir amaç için sokakta olduğum zamanlarda ev ikincil bir yerdi. Anlamı, olması gerektiği kadardı. Sokaktan kovulunca ev, mutlaklaşmaya başladı. Daha fazla temizlenen, çiçeklenen ve tek sığınağımız mış gibi kendimizi korumaya aldığımız bir yer olarak. Ev, kendizi iyi hissettiğiniz tek yer haline geldiyse, durup düşünmek gerekiyor. Çünkü yok edilen bir dışarısı ile, güvenliğin ön planda olduğu bir yaşam biçimi ile karşı karşıyasınız demektir. Çocukluğumdan beri dikkatimi çeker, ekonomik gücü sınırlı olan insanlar bile eve, eşyalara daha çok para harcarlar. Dışarısının artık azaldığı bir hayata sahne dekoru kurarlar aslında. Artık olaylar burada geçecektir, her şey burada yaşanacaktır. Bizim gibi vaktini daha çok masa başında geçirenler için, ev aynı zamanda okuma odası gibi bir yer. Bu ilişkiden bir ideoloji üretmediğiniz sürece, ev sizin şimdiki zamandaki koordinatlarınızı çiziyor. Bir yerde oluş, bulunma hali, ama hallerin birden fazla biçimi var. İkinci anlam ise, evden çıkmayın dediklerinde beliren utançla ilgili. Bunu en çok mülteciler meselesinde yakıcı biçimde deneyimlersiniz. Ev yok, sığınacak bir yer yok, herkes evine diye seslenildiğinde sokakta kalanlar var. Salgın dolayısıyla eve kapatıldığımızda benzer bir duygu yanı başımızdaydı. Çalıştığı inşaatta yatanlar, çadırlarda kalanlar… Hindistan’dan bir fotoğraf düşmüştü önüme, iş bulmaya geldikleri kentlerden gönderilenler, köylerine yürümek zorunda kalan büyük bir insan grubu ve daha birçok fotoğraf. Bir evi olmak… Adorno’nun dediği gibi “kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi “evimizde hissetmemek” ahlakın bir parçasıdır.” Dünyayı evimiz olarak inşaa edemediğimiz sürece, her yer tekinsiz olmayı sürdürecek ve yüksek güvenlikli evler iyice çoğalacak ve hapishanelerimize dönüşecek.
Marx’ın “Filozoflar yalnızca dünyayı farklı yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir,” sözünü, antroposen çağı insanı yanlış anladı. Salgın sonrası, müdahil olma biçimlerimizde ne gibi değişiklikler olabilir? Mücadele ve müdahale başka hangi yollardan ilerleyecek?
Felsefenin zamanı, diyordu az önce dinlediğim bir online seminerde Ertuğrul (R.Turan) Hoca, zamansızdır, dünya görüşü ise -mealen aktarıyorum- kendi zamansallığının aciliyetlerine cevap bulmaya çalışır ve bu zaman dışılık ya da üstülük, onun hem gücü hem de en kırılgan yeridir. Bu bir anlamda doğru, düşünmek ve yorumlamak bir “fazla” olarak görüldüğünde. Fakat öte yandan düşünceyle hiç bütünleşmeyen bir praksisin varlığı, asıl mesele haline gelen. Böyle basit bir karşılıklılık meselesi değil şüphesiz ama insanın bütün edimlerinde sorgulaması gereken bir şey. Bütün bu şahane fikirlere rağmen niye hâlâ komşumuzu kemiriyoruz, sorusu rahatsız edici bir biçimde hep işitilecek. Bunun tek bir cevabı yok, bir disiplini dünyayı kurtarmaya çağırmak da değil mesele, sadece edimden bu kadar uzak teorileştirmenin, teorisyenleri rahatsız edip etmediği sorusunu usulca bir yere bırakmak aslında. Bu arada Marx’ın sözünü doğrudan ele almadığımı belirtmeme gerek yok sanırım. Orayı geçeyim daha güncel bir örnekle devam edeyim, başka bir alanla ilgili. İşinde iyi, çok iyi doktor, yığınlarca bilimsel makalesi var ama sağlık politikaları konusunda devletin, Dünya Sağlık Örgütü’nün söyledikleri dışında bir tavır geliştirmiyor, buna ihtiyaç da duymuyor. İlaç sektörleri hakkında, sağlığın gaspı hakkında herhangi bir cümlesi yok, hatta olup biteni olması gereken olarak görüyor, ama insanlara yardım ediyor. Bir taraftan insanları hasta eden aslında bu politikalarsa, ölüm doğal yollardan çok dünya ölçeğindeki politikalardan kaynaklanıyorsa burada hayat hakkı, iyi hekimlik meselesiyle bu manzarayı karşı karşıya getirelim ve yeniden soralım, üretimlerimizle dünyaya yardım ettiğimiz, yolunda gitmeyen şeyleri düzelttiğimiz, burayı daha iyi bir yer haline getirmek için, bilgiyi inceltmek için yaptığımız şeylerin anlamlı bir karşılığı olduğunu bize kim öğretti? Biraz paradoksal, hepimizin varoluşa katılma halimiz gibi. Ben sadece gelir dağılımındaki korkunç eşitsizlikten, savaş politikaları yüzünden yersiz yurtsuz kalan insanların, canları gerçekten çok yanmış insanların -artık dayanacak gücü kalmadığı için- bir hareket başlatabileceğini düşünüyorum ama tarihin bize gösterdiği bu hareketlerin başka bir akılla bütünleşmesi gerekliliği. Öyle kendiliğindenlikle olmuyor bu işler. Bu akıl, evden çıkar mı, güvenli yuvasını terk eder mi bilmiyorum ama tek bildiğim eski formda olmasa bile insanlar artık “normal” yaşamak istemiyor. Hayvanlarla, ağaçlarla, sularla birlikte nefes alabileceği bir dünya düşlüyor, umarım onların sesi çığlığa döner ve diğerleriyle birleşir.
Yaşadıklarımız teoloji, teknokrasi, bilim sarmalında dolaştırıyor bizi. Her şey durulduğunda yerimiz hangisine daha yakın olacak sizce?
Bilimsel olana fazla güvenle, güvensizlik arasında geçişken bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Mutlaklaştırdığınız her şey aynı zamanda karşıtından da bir şeyler alacaktır, sınırlı varlıkların anlamaya çalıştığı bir evrende her şeyi çözdükleri yanılsamasının yarattığı semptomlar bunlar. Herkes bir ay içinde aşı bekledi örneğin, sonra bunun gerçekleşemeyeceğini düşünmeye başlayınca, o kadar da muktedir pozisyonda olunmadığını kavradı. Teknikleşen bir bilimden fenası yoktur, her şeyi araçsallaştırabilir, bunlarla ilgili daha fazla düşünülmeye başlandı sanki. Bir şeye güvenmek ihtiyacı, bizim buradaki varoluşumuzu belirleyen şeyler arasında en kuvvetli olanı. Çocuksulaşılan zamanlar, bütün açıklamaları okuyup, ne olacağına ilişkin yorumları izleyip ve bize güven verecek bilimsel açıklamalar aramak yaptığımız. Kendi başımıza üstesinden gelemediğimiz büyük olaylarda hep olduğu gibi. Dolayısıyla bu ruh hali bilimsel sonuçlara uygun bir yaşam hattını daha mantıklı bulacakların sayısını artıracaktır, ama sorularımızın tamamına buradan cevap alamadığımız sürece de kendimizi güvende hissetmek için sığınacak bir aşkın hep var olacaktır. Biçim değiştirerek süren bir durum bu, burası neresi, biz ne yapıyoruz, başımıza gelenlerin anlamı ne gibi sorulara tam bir cevap bulamadığımız için, bir Başkan’ın imkanları hakkında düşünmeyi sürdüreceğiz. Elbette benim sözünü ettiğim şey, tekil insanın varoluş uçurumundaki doğal arayışları, ama bunların hepsinin araçsallaştırıldığı bir dünyada yaşıyoruz ve sadece teolojik olan sistemin hizmetinde değil ki, bilimsel olan da onun hizmetinde ve ikisini de kontrollü biçimde insan topluluklarını yönetmek için kullanmayı sürdürecekler. Dünyadaki büyük salgınların tarihine baktğınızda çok büyük değişimlere yol açtığını görüyorsunuz, politikaları, geleceği kurgulama biçimlerini vb. ciddi anlamda belirlediğini. E-skop’ta Ali Artun’un “Kara Ölüm ve Avrupa Sanatı” başlıklı güzel bir yazısını da bırakıyorum, meraklısı için buraya. Umarım aynısının tekrarını yaşamayız.
Salgın sürecinin başlarında kültür-sanat alanına destek vereceğini açıklayan ülkelerin arasında Türkiye yoktu, sonraları da olmadı. Bu bağlamda sanatçılar, sanat emekçileri, bağımsız kolektifler süreçten çok etkilendiler. Süreç sonunda nasıl ayakta kalabilecekler? Direnebilmeleri için nasıl bir dayanışma ya da örgütlenme modeli üzerinde çalışmaları gerekir?
Bu ülkede sanatla uğraşmak zaten kolay bir şey değildi -olmayan sanat ve kültür politikalarına baktığınızda- şimdi gerçekten ortada nasıl toparlanacağı tam olarak anlaşılamayan bir durum var. Pek çok insanın yaşadığı zorluğu kişisel olarak biliyorum, pek çok sanat emekçisi için çalışma koşulları pandemiden önce de güvencesizlerin profiline uygundu, kısa süreli işler ve sosyal güvence yokluğu. Şimdi onların durumuna topluluklar eklendi. Kiralarını ödeyemedikleri gibi çalışanlara da herhangi bir ödeme yapamayan, gişe geliriyle ayakta duran topluluklardı bunlar. Bir bölümü dayanışma için platform oluşturdu ama sayısal açıdan düşündüğünüzde bu kadar çok insanın ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli görünmüyor bu girişimler. Pek çok iş alanında olduğu gibi burada da çok büyük yıkımlar olacak, biz henüz bütün manzarayı göremiyoruz. Pek çok topluluk kapanacak, insanlar başka işlere yönelecekler fakat bu büyük kesintinin herkese birlikte olmak gerekliliği konusunda, bir bütün olarak davranmanın yollarını düşünmek konusunda bir bilinç kazandırdığını düşünmek istiyorum. Dediğim gibi az sayıda oluşumlar var bu konuda, birlikte nasıl mücadele edeceklerini düşünen sanat emekçileri var. Bu arayışların kalıcı olması gerekiyor çünkü bu ülkede hatta dünyanın pek çok yerinde sanat mekanları, topluluklar yaşasın diye uğraşacak bir politika kalmadı, varsa da çok az. Bu büyük bir soru, kolektif olarak düşünmemizi gerektiren ve ortak cevaplar üretmemizi gerektiren bir soru: Nasıl mücadele edebiliriz? Sorusu. Benim tek bildiğim bir şey var, her şeye bir bütün olarak bakmak gerekliliği, çünkü hep birlikte batıyoruz, mücadeleyi bir bütün olarak kavrama zorunluluğu. Ancak buradan bakarsak bir çıkışımız olabilir.
Normal denilen “eski”ye döndüğümüzde nasıl bir kültür-sanat ortamıyla karşılaşacağımız hakkında öngörüleriniz neler? Tüm görsel sanatlar ve sahne sanatları bağlamında…
Bunu bilemem ama bu soruyla eğleneyim izninizle azcık. Pandemi sırasında sanırım Çekya’da bir müze hemen maske sergisi açtı. İnsanlardan kullandıkları maskeleri toplayıp, sergi açmışlar. Ne hissedeceğime karar veremedim. Bu kadar hızlı karşılık verme meselesinin sadece sanatta olduğunu düşünmüyorum tabii. Ama genel olarak aklımdan geçeni söyleyeyim, artık filmler, oyunlar, gösteriler bütün bu olanları malzemeye dönüştürür, kalan ömrümüzde biz de izler, dinleriz. Şaka bir yana, sosyal bilimlerden sanata bütün alanlar için büyük bir malzeme bu. İşte ben bu “malzeme” sözcüğünü hem anlıyor hem de nedense biraz hüzünle karşılıyorum. Eskiye dönülmesi biraz zaman alacak gibi görünüyor, Berliner Ensemble’ın yeni koltuk düzeni çok iç burkucuydu, uzak koltuklar falan. Hepimiz oradan gelen bir fotoğrafa üzüntüyle baktık ama alışkanlıklar değişebilir bir şey. İnsanın uyum sağlama yeteneği yüksek aslında. Daha önemlisi seyircinin kendini güvende hissedip gösteri alanlarına gitmesi uzun sürecek mi? Birlikte göreceğiz. Eskiyle karşılaştırdığımız sürece ise hep keder verecek.
Sanatta, özellikle sinemada Esposito’nun deyimiyle “bağışıksız” yani dışlanan, azınlıkta olan karakterlerin giderek daha çok yer bulduğunu görüyoruz. Sömürgeci, erkek, beyaz, hetero bireyin hikayelerinin baskın varlığı aşınıyor gibi. Anlatı sanatının, hikayeciliğin gelecekte alacağı biçim üzerine neler söylersiniz?
Evet çok uzun zamandan beri, hikayesi anlatılanlar bir çeşit “öteki”den seçiliyor. Tarihten intikam gibi, tarihi yazanlardan. Ve bu hikayeler orta sınıf beyazlara izletiliyor, onlar da çok seviyorlar bu hikayeleri. Hikaye anlatma geleneğinin uzun tarihinde, örneğin eski toplumlarda aynı zamanda bir tarih anlatısı olarak kabul edildiği zamanlarda, anlatılan kolektifin hikayesiydi. Topluluğun geçmişi, özel olayları, kahramanları vb. Anlatının kolektiften bireysel olana geçişi daha modern zamanların ürünüydü. Sadece tiyatro tarihinden bile baksanız oyun kişilerindeki değişim size bu tarih hakkında bilgi verecektir. Tragedyalardan, burjuva dramına geçiş, prenslerden, prenseslerden sade yurttaşlara geçiş ve giderek hikayesi anlatılmayanlara geçiş. Bu dediğim bize bir şey anlatıyor, dünyaya bakışın, kurucu unsurun ve hikayede etkin olanın nasıl değişime uğradığı hakkında bir adalet arayışını anlatıyor. Dışarıda olmayan bir adalet bu, dışarıda hükümsüz olanların sesini duyurma arzusuna temelleniyor. Dolayısıyla çok uzun zamandır vuku bulan bu. Geçen gün bir anket sonucu vardı, ülkenin yüzde kırkı -eğer doğru hatırlıyorsam- kendini ikinci sınıf vatandaş gibi hissettiğini söylemişti. Buradan baktığımızda zaten onlar azınlık kalacak gibi ve öteki kelimesinden de uzaklaşmamız gerekiyor gibi. Öteki benim kullanacağım bir şey değil artık, onu kendini merkezde hisseden kullansın diyorum.