Banu Çakmak
2017-2018 sezonunda kent tiyatrosu kimliğiyle adını duyuran ancak Bursa’nın Nilüfer ilçesinde yıllardır Nilüfer Tiyatro olarak bilinen Nilüfer Belediyesi’ne ait tiyatro topluluğu bu sezonu Cambazın Cenazesi adlı yalın ve samimi bir oyunla açmıştı. Kadrosunu büyük ölçüde genç kuşağın oluşturduğu topluluk dinamik bir sahne diliyle seyirciye sunulan oldukça iddialı metinleri sahneleyerek çalışmalarını sürdürdü. Zira Cambazın Cenazesi’ni, çok daha kalabalık bir prodüksiyon olarak Goldoni’ye ait bir klasik olan İki Efendinin Uşağı takip etti. Son olarak Bertolt Brecht’in yazdığı 3. Reich’ın Korku ve Sefaleti ile sezon oyunlarına kalabalık ve büyük ölçekli bir yapım olarak bir yenisi daha eklendi.
Brecht ve Goldoni gibi isimlere ait klasiklerin kalabalık ve iddialı sahnelemeleri bir tarafta dursun, öncelikle sezonun açılış oyunu olan Cambazın Cenazesi oyununun ayrı bir dikkatle değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü bu oyun, adı çok duyulmamış yerli bir yazar olan Firuze Engin’e ait ve çok ünlü diyemeyeceğim bir yönetmen olan Doğu Yaşar Akal tarafından sahneye koyulan, üç oyuncunun icra ettiği mütevazı bir sahnelemeye sahip… Oyun önceki sezonlarda İstanbul’un önde gelen alternatif tiyatrolarından İkinci Kat’ta sahnelenmiş. Alternatif tiyatroların sahip çıktığı radikal işlerin bu tür ödenekli tiyatrolara sızması farklı ve bize ait bir yazın ve sahne dili bulabilmemiz açısından son derece önemli olduğundan bu durumu diğer ödenekli tiyatrolara örnek olacak olumlu bir gelişme olarak yorumlamak yerinde olur.
Her şeyden önce oyunun çok güçlü bir metne sahip olduğunu söylemek gerekir. Yapıldak adlı hayali bir kasabada ölen Cambaz Rasim’in nereye gömüleceği sorunu üzerine kurulu olan oyunda, Rasim’in vasiyetine göre evin bahçesine gömülmesi ve evin hiçbir şekilde site yapan müteahhitlere satılmaması gerekir. Ne var ki Rasim’in maddi sıkıntılar içindeki çocukları evi ve bahçeyi daha o hayattayken çoktan satmış, bunu bir türlü babalarına söyleyememişlerdir, şimdi dozerler eve ve bahçeye yakın zamanda gireceği için Cambaz Rasim’in mezarlığa gömülmesi gerekir. Çocuklar işin içinden sıyrılmak için kasabalıya Rasim’in bir gece rüyasında gördüğü Hızır’ın emriyle evi müteahhide sattığı yalanını söylerler. Ne olursa olsun dedelerini bahçeye gömmekte kararlı olan torunlarsa gerek korkudan gerek yeni yapılacak sitede daha modern koşullarda yaşayacak olmanın verdiği hayale kapılarak bu fikirden vazgeçerler. Bu arada inşaat yapımı hızlanmış, kasabada bozulan doğal denge ortalığın sineklerle ve kumlarla dolmasına yol açmaya başlamıştır.
Metnin temelinde iç içe geçmiş bir şekilde tartışılan iki evrensel sorun var: varoluş sorunu ve kentsel dönüşüm. Her iki sorun da bütün insanlığı kuşatıyor ancak bizim toplumumuzdaki yansımaları üzerinden ele alınıyor. Ölüm gibi trajik ve ciddi bir meselenin bu kadar komik işlenmesinin yarattığı ironi zihinlerde düşünsel bir süreç başlatıyor. Karşımızdaki manzara, bir ölüm yaşanmış her Türk evinden aşina olduğumuz acıklı ama gülünç sahnelerle dolu. Taziyeye gelenlerin dilinden dökülmeyen yerleşik söylemler, klişeleşmiş eylemler, yaşanan büyük acıya karşın hayatın devam ettiği gerçeğinin yaşattığı buruk ama komik tat bütün metne hakim durumda. Metin bizi ölüme yabancılaştırıyor, bu gerçeğe uzak bir noktadan bakmamızı sağlıyor. Ölen Cambaz Rasim’in vasiyetinin daha çok kazanç için evin ve bahçenin satılmış olmasından dolayı yerine getirilememesi ise varoluş sorununu kapitalizme bağlayıp orada düğümlüyor. Para odaklı dünya düzeni bir babanın vasiyetini yerine getirememeye ve büyük yalanlar söylemeye neden oluyor öte yandan aynı düzen insanlığın doğaya müdahalesiyle daha çok kazanç uğruna doğanın dengesini bozmasına ve kendi sonunu hızlandırmasına yol açıyor. Böylece metin düzleminde kara komedi yoluyla trajikomik bir tonda çok katmanlı evrensel bir mesele merkeze alınmış. Para ve değerler arasındaki çatışmada paranın galip gelmesi insanlığın tek gerçeği olan ölüme bakış ekseninde çok boyutlu bir tartışma olarak masaya yatırılmış.
Bu önemli konuyu farklı bir üslupla ele alan yeni metin, sahneleme düzleminde bize ait bir anlatım yöntemiyle, geleneksel tiyatromuzun göstermeci açık biçim anlatım olanaklarıyla buluşturulmuş. Üç kişinin kılık değiştirerek yaklaşık yirmi kişiyi taklit ettiği oyun bütünde tamamen hikaye anlatıcılığı üzerine kurulmuş. Oyuncular jest, mimik, tonlama ve konuşma biçimleriyle anlattığı her kişiyi farklı bir kişileştirmeyle verebilmiş, tek kişinin çok kişiyi yansıttığı oyunlarda kişi ayrımlarının belirgin yapılabilmesi oyunculuk açısından en zor ve en önemli şey, bu zorluk oyunda başarılı oyunculuklarla kotarılmış. Üç kişinin hem öyküyü anlatıp hem yirmi kadar kişiyi taklit ettiği oyunda öykünün anlaşılır olması tam da kişilerin belirgin çizgilerle birbirinden ayrılmasını sağlayan oyunculuklardaki başarının ürünü.
Oyunda toplumumuzdan çok yakinen tanıdığımız tipler soyutlama yoluyla oyuncular tarafından taklit edilirken oyuncular sıklıkla rollerinden çıkıp anlatıcı kimliğine bürünüyor. Bu sırada da seyircinin yok sayılmaması, onun gözünün içine bakılarak oynanması, hatta oyuncunun oyun oynadığının her an bilincinde olup sesi kısıldığında ya da dili sürçtüğünde çekinmeden seyirciye affedersiniz diyebilmesi hem oyunu samimi kılıyor hem de seyirciyle ilişki kurma eğilimi yalnızca lafta kalmamış oluyor. Bütün bunlar geleneksel tiyatromuzun çağdaş bir oyunda nasıl işlevsel olarak kullanılabileceğine bir cevap niteliğinde.
Üç kişi tarafından anlatılan, çok katmanlı tartışmalara kapı açan bir içeriğe sahip, samimi, sıcak, tanıdık bir hikayenin bize ait bir geleneksel tiyatro biçimiyle anlatılmasına koşut olarak sahnelemedeki tüm tercihler yalın bir doğrultuda olmuş. Sahnede yalnızca üç yükselti ve Yapıldak kasabasına ait çizgi film tarzı görsellerin yansıtıldığı üç tane pano var. Oda, yatak, evin kapısı, bahçe, mezarlık, evin içi ve daha akla gelmeyen türlü mekanlar yalnızca bu üç yükselti ve çıplak sahneyi dolduran oyuncuların devinimi aracılığıyla seyircinin hayal gücünde canlandırılıyor. Böylece oyunun bütünündeki yalınlık sahneleme ve dekora da yansımış. Bu tercih de oyunu yine herhangi bir meydanda dekorsuz aksesuarsız oynanan geleneksel tiyatromuza yakın duruyor.
Bütün bunlar doğrultusunda anlaşılması gereken şu ki, estetik ve nitelikli bir tiyatro gösterimi sunmak için büyük prodüksiyonlara, devasa dekorlara, kalabalık kadrolara, ün yapmış yazar ve yönetmenlere, sahneyi şova dönüştürecek türden bir görsel şölene ihtiyaç yok. Bize ait, sıcak, samimi, tanıdık ama aynı zamanda etkileyici, estetik ve düşündürücü bir tiyatro biçemini fazla uzaklarda aramaya da gerek yok. Hem biçim hem içerik yönüyle kendi kaynaklarımızdan beslenmek, bizi kucaklayan öyküleri ve meseleleri taklitten, soyutlamaya, hikaye anlatıcılığından göstermeci üsluba uzanan mütevazı bir sahneleme çerçevesi içinde anlatmak yeterli. O bir türlü bulamadığımız hem çağdaş hem bize ait tiyatro metinleri ve sahneleme biçimleri çok yakınımızda… Bunun için geleneksel tiyatromuza müzelik bir anlayış olarak yaklaşmamak ve genç kuşağın alternatif mekanlardaki bu türden yazın ve sahneleme arayışlarına Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun yaptığı gibi şöyle bir dönüp bakmak gerekiyor.
Bertolt Brecht’in 3. Reich’ın Korku ve Sefaleti oyunu, Nilüfer Kent Tiyatrosu’nda ocak ayında 3. Reich adıyla prömiyer yapan bir başka önemli sahnelemenin kaynağı olmuş. Oyun, günümüz Türkiye’si için de söyleyecek çok fazla sözü olan evrensel bir metin olduğundan sahnelemek için böylesi bir oyunun seçilmesi son derece cesur bir tercih olarak dikkate değer. 3. Reich Yunus Emre Bozdoğan tarafından yönetilmiş, oyunun dramaturgluğunu ise Beliz Güçbilmez üstlenmiş.
Oyunda yaklaşık sekiz ila on epizotta anlatılan öyküler üzerinden 3. Reich döneminde toplumun alt kesiminde yaşanan korku, kaygı, ezilmişlik ve bu ezilmişlik karşısındaki çaresiz bir suskunluk sergileniyor. Fabrika işçisi bir kızın abisinin komünist olduğunu SS subayından gizleme çabası, bir anne babanın çikolata almaya yolladıkları oğullarının kendilerini ihbar edeceğine yönelik paranoyakça korkusu, Yahudi bir kadının doktor kocasının itibarı için onu terk etmek zorunda kalışı, bir yargıcın can korkusuyla tarafsız ve adil bir karar veremeyişi ve çaresizliği, 3. Reich’a oy verdiği için kendini dükkanının camındaki kancaya asarak intihar eden bir adam, fabrika çalışanlarıyla röportaj yapan bir muhabirin onların dilinden dökülecek hükümet karşıtı görüşlere karşı uyguladığı sansür, iktidar karşıtı görüşleri nedeniyle öldürülen bir adamın oğluna bıraktığı vasiyet mektubu… Ve çok daha fazlası… İktidarın uyguladığı baskının küçük insanların dünyasında yarattığı tahribat trajik öyküler çerçevesinde ortaya koyulduğundan, oyun Almanya’da geçmesine karşın tüm zamanları ve mekanları kuşatıyor. Metnin en etkileyici yanı da bu evrenselliği…
Metnin değeri ve tercih edilmesinin önemi yanında sahneye koyulma biçimi üzerine de birkaç tespit yapmak gerek. Brecht’in her oyunu gibi bu oyun da çok yalın şekilde, çıplak bir sahnede, birkaç dekor parçasıyla sahnelenebilirdi buna karşın sahnelemede çok katlı dev bir dekor parçası kullanma yoluna gidilmiş. Çok gerekli olmamakla birlikte bu kullanımın görsel açıdan estetik, ve işlevsel olduğu söylenebilir. Zira oyunun genelinde bu dekorun işçilerin zamanının çoğunu geçirdiği fabrikayı ve çeşitli mekanları soyut olarak yansıtmada etkili kullanıldığı görülüyor. Brecht tiyatrosunda genellikle projeksiyonla arkaya yansıtılan epizot başlıklarının bu sahnelemede doğal bir tavırla kendi kimliği içinde kalan oyuncular tarafından söylenmesi işlevsel bir buluş olmuş. Bunun yanında her epizottaki öyküyü özetleyen, terazi, kanca, topuklu ayakkabı, SS işareti gibi vurucu görsellerin epizot boyunca arkaya yansıtılması hem anlamlı hem de estetik.
Brechtyen epik tiyatronun talep ettiği, sahnede gerçekçiliği kırma çabası sahnelemede epizot başlıklarını seyirciye söyleme, arkaya görseller yansıtma dışında farklı yollarla da hissediliyor. Öncelikle yağmur sesi, makine sesi gibi gerçekçi tiyatroda hoparlörden gelmesine alışılmış bütün efektleri, sesleri, sahnede bizzat bulunan oyuncuların kendisinin seyircinin gözü önünde çıkarması epik tiyatroya uygun bir şekilde yabancılaştırmayı sağlıyor. Ne var ki dramaturjik açıdan doğru, etkileyici ve estetik olan bu tutum, birkaç defa hoparlörden gelen müzik tarafından gölgelenmiş demek yanlış olmaz. Oyunun hiçbir anında dışarıdan gelen müziğe yer verilmese çok daha doğru olurdu. Zira bilindiği gibi Brecht müziğin dışarıdan gelmemesi gerektiğini her fırsatta söyler, sahnede canlı olarak icra edilmesini ister.
Oyunda yabancılaştırmayı sağlayan başat unsur, oyunculardaki gestus kullanımı. İşçi, burjuva ya da subay tavrı, temiz, net, ani, abartılı jestlerle verilirken bu jestler sıklıkla epizotlarda akmakta olan trajik öyküleri sekteye uğratmakla kalmayıp gülünç hale getirerek seyircinin öykü ve kişilerle özdeşlik kurmasını engellerken onlara uzak açıdan bakmasını sağlıyor. Öte yandan kimi epizotlarda dikkat çeken abartılı, oyunsu tavır da yabancılaştırmayı sağlayarak seyirciye oyun izlediğini anımsatması bakımından önemli. Özellikle kendi çocuklarının kendilerini ihbar edeceğinden korkan anne babanın paranoyakça korkusunu, hüküm vermenin eşiğinde, kararsız yargıcın çaresiz tavrını vermek için sergilenen teatral oyunculuk çok yerinde. Buna karşın kimi epizotlarda da oyuncuların öyküye fazlasıyla kendini kaptırdığı, rol ile özdeşlik kurduğu, yabancılaştırmaya olanak tanıyan bir oyunculuğa hiç yer vermeyip çok gerçekçi oynadığı söylenebilir. Böylesi bir tutum seyircinin de yabancılaşmasına, olayları düşünsel olarak değerlendirmesine engel olup seyirciyi duygulandırdığından epik tiyatronun amacına uygun düşmüyor. Özellikle komünist ağabeyini subaydan korumaya çalışan kadına ilişkin tebeşir işareti öyküsünde, doktor kocasını onun kariyeri için terk eden Yahudi kadın öyküsünde ve oyunun finalinde siyasi görüşü nedeniyle öldürülen adamın vasiyet mektubunun okunduğu öyküde çok fazla gözyaşı dökülüyor. Öyle ki seyirci yabancılaşmak ve olayları düşünsel olarak değerlendirmek bir yana, duygularına kapılıp neredeyse katharsis yaşıyor. Kuşkusuz söz konusu öykülerin başlı başına çok acıklı içeriklere sahip olması bunda etkili ancak yine de bir Brecht oyununda bu tür bir gerçekçi oyunculuğa mesafe ile yaklaşmak, bu konuda dikkatli olmak gerektiği kanaatindeyim.
Son olarak metinde yer yer slogan niteliği taşıyan söylemler bulunuyor. Örneğin finalde söylenen “Sokaklar unutmaz!” cümlesi gibi. Piscator’un politik tiyatro anlayışından bu tür sloganvari bir tutum içerdiği için ayrılıp epik tiyatroyu kuran Brecht’in oyununda böyle ifadeler bulunması şaşırtıcı. Bu durum metnin sanatsal niteliğine gölge düşüren politik bir yaklaşım olarak irrite ediyor. Bu tür söylemler metinde olmasına karşın sahnelemede budansa ya da daha sıradan bir cümle olarak aktarılsa daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Bu tür küçük pürüzler bir tarafa, 3. Reich da genel olarak iyi ve başarılı bir sahneleme olarak bize çok fazla şey anlatıyor. Ödenekli tiyatrolarda Brecht oyunlarının çok fazla tercih konusu olmadığı, sahnelendiğinde çoğunlukla yanlış yorumlar içerdiği göz önüne alınırsa bu gösterim daha önemli hale geliyor.
Sonuç olarak Nilüfer Kent Tiyatrosu, geleneksel tiyatromuzun yapı özelliklerinden beslenerek hem evrensel hem sisteme yönelik sorunları eğlenceli ve sürükleyici bir üslupla sahneye taşıyan yeni, yerel bir metin olarak sahneye taşınan Cambazın Cenazesi ile sezona radikal bir giriş yaptı. Sezonun ortasında sahneye getirilen bir Brecht oyunu olan 3. Reich, büyük ölçüde metinle tutarlı, doğru bir dramaturji ile sahneye aktarılan vurucu bir oyun tercihi olarak onu takip etti. Bu iki oyundan hareketle denilebilir ki topluluk, bu sezonda, ödenekli tiyatrolardan görmeye alışık olmadığımız bir şekilde yeni ve farklı arayışların kapılarını araladı.