İyi Metin, İyi Reji, İyi Oyuncu Buluşması: “Ayrılık” Oyunu.

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tülay Yıldız AKGÜL

Evlilik nedir? Mit size ne olduğunu anlatır. Ayrı bir çiftin birleşmesidir evlilik. En başında siz birdiniz. Şimdi dünyada iki ayrı varlıksınız; ama evlilik denen şey ruhani kimliğin tanınmasıdır. Evlilik, bir aşk ilişkisinden farklıdır. Aşk ilişkisiyle ilgisi yoktur. Başka bir mitolojik düzlem deneyimidir. İnsanlar aşk ilişkilerinin uzun süreli olacağını düşünerek evlendikleri zaman kısa sürede boşanırlar çünkü tüm aşk ilişkileri hayalkırıklığı ile sonuçlanır. Ancak evlilik ruhani kimliğin kabul edilmesidir. Eğer doğru bir hayat yaşarsak, zihnimiz karşı cinsten o kişiyle ilgili doğru niteliklere odaklanırsa, ister kadın ister erkek olalım doğru eşimizi buluruz. Ama bazı duyusal çekiciliklerle dikkatimiz dağılırsa yanlış insanla evleniriz. Doğru insanla evlenerek, ‘Tanrı’nın ete kemiğe bürünmüş imgesini yeniden inşa ederiz ve evlilik de budur.

(J. Campbell)

İyi bir oyundan çıktığınızda anlatmak, yazmak, onunla ilgili düşünmek, düşündüğünüzü söyleme isteği duymak… Bunlar ekonomik ve sınıfsal dürtülerle her gün parçalanan insan ilişkilerimizin tek dermanı olmasa da bir parça sağaltım gücü taşıyan motivasyonlar oluyor. İyi bir oyun izlemek ve bunun üzerine düşünmek, kızgınlıkla baktığımızda hemen beliriveren o berbat karşıtımıza benzeme riskini azaltabiliyor. Öfkemizin doğru akabileceği kanalları, mecraları bulmamıza yardımcı olabiliyor. Zaten böyle olmasa sanatın ve sanatla ilgilenmenin ne anlamı olabilir? Onunla gerçek anlamda ilişki kurduğumuz oranda alt beynimizden, saldırganlık gibi dürtülerimizden, dedikodu gibi pasif çıkar beklentilerimizden uzaklaşıyor eylemli olmanın, anlam ve olumlu değerler üretmenin yakasına geçebiliyoruz. Bunlar her şeyden önce tiyatrodan talep ettiğimiz bize başka bir yaşam deneyimi veren o lezzetli, büyüleyici ‘yenidünya’ meyvesini sunmasının dışında insana kazandırdığı ikincil düzeyde tatlar, somut büyüme motivasyonları oluyor.

Behiç ak’ın “Ayrılık” oyunu üzerine düşünürken ilkin “Mitolojinin Gücü” kitabından yıllar önce kenara not ettiğim ve yukarıda paylaştığım sözler aklıma geldi. Çünkü J.Campbell burada evliliği en çok eleştirdiğimiz zamanlarda bile onun varlık nedenini yadsıyamamızın mantığını netlikle ortaya koyar. Bu iki cins bir araya gelecektir ve bunun ‘bir olma’ formunu bir şekilde oluşturacaktır. Mitlerin hayatta zihnimizi ‘olma’ deneyimi ile temas haline geçirmesi ile, tiyatronun izleyiciler üstünde deneyimin ne olduğu fikrini anlatması ve bu sayede yarattığı etki ne kadar benziyor. Tıpkı Behiç Ak’ın oyunundaki gibi! Bir çiftin pek önceki de diyemeyeceğimiz (oyunun şimdisinde ayrılıklarının 378. günündedirler) hala içinde bulundukları ayrılık deneyimlerine mizahın, absürdün ve oyunların yarattığı bilinçle bakmalarının ardından finalde hazırladıkları küçük ve sevgi dolu sofralarına yalnız kendi duygularını değil tüm izleyenlerin olumlu duygularını da ortak etmeleri gibi! Ayrılık anlaşılır rasyonel ve bazen kaçınılmaz öğeleriyle kuşkusuz geliştirici bir kavram. Ama bir olmak kavramında da ayartıcı, büyütücü, yüceltici bir yan yok mu? Tiyatro bizi bu iki uç arasında oyun süresince düşündürüyor ve üstelik oyundan sonra da neşeli bir bilgi olarak peşimizi bırakmıyorsa iyi oyunla karşı karşıyayız demektir. İyi bir metin iyi oyuncular ve iyi bir yönetmenin eline geçmişse bu düşünce silsilesi hayatımıza dokunuşlarını devam ettirir. Derslerimde öğrencilerime tiyatro duygusunu anlatmaya çalışırken hep bu iyi oyun zaten sizin peşinizi bırakmayacaktır mottosundan yararlanmaya çalışıyorum. Bu duyguyu yakaladıklarında örnek olsun; Aritoteles’i de Brecht’i de anlama da hiç zorlanmadıklarını görüyorum. O zaman bilgisel düzeyden önce ‘kendimizi bilme’ merakına eşlik eden bir tiyatroya açık olma duygusunun başlangıç olduğunu söyleyebiliyoruz. Burası hem insan olmanın, hem insanlık ve tiyatro tarihinin başladığı yerdir.

Ayrılık oyunu evli kaldıkları 4 yılın ardından boşanan ve boşandıklarının 1 yıl 13 gün sonrasında bir şekilde bir araya gelen bir çiftin hem geriye dönük hallerini hem de şimdisini anlatır.

Behiç Ak’ın kaleminden çıkmış bir oyun bu. Bir karikatürist. Oluşturduğu durumlar, oyunculara yeteneklerini gösterme şansı verdiği gibi karikatür misali sahnede kalıverme, donuverme tehlikesini de içeriyor. Çünkü tiplemeleri yaygın olarak biliniyor. Bir yanıyla tiplerimiz 40 yıla yakın süredir Cumhuriyet gazetesinde ‘Kim Kime Dum Duma’ bandındaki küçük burjuvaların çelişkileri, takıntıları, bilmişlikleri, gösterişçilikleri, sevimlilikleri, naiflikleri, iki yüzlülükleri, insancıllıklarıyla izleniyor.

 İki kişilik oyunlarda genelde görülen geçmişle hesaplaşma bizim oyunumuzda da var ancak bu bir hesaplaşmaya ya da iletişimsizliğe yol açmıyor bunun aksine bu hesaplaşma bir oyun oynama motifine dönüşerek birbirini anlamaya ya da oyunda da söylendiği gibi “birbirlerinin boşanmış hallerinin birbirleriyle ne kadar iyi anlaştıkları “ yönünde bir çıkarıma varıyor. Bu öyle bir oyunsuluk ki eğer amaç iki insanın birbirini tanımasıysa bir yemek kitabıyla bile yapılabilir. Ve oyunun absürd ve komedi yanının ortaya çıkması bu oyun oynama hali ile sürekli çocukların evcilik oynarken yaptıkları oyundan oyuna geçmeye benziyor. Bu sürekli oyundan oyuna geçme aslında oyunun kendi içinde bir aksiyon yoksunluğundan kaynaklanmaktadır. Biz ayrılan bir çifti izlerken bir yandan hiç ayrılmamışlar gibi ev içi hallerini izleriz. Aslında hallerimizi. Ama bu oyunsuluğun biz izleyiciye geçmesindeki en büyük pay yeteneklerinin zirvesinde olan oyuncuların ışıldayan oyunculukları.

Sevinç Erbulak’ı ilk kez sahnede izleyen biri olarak oyunculuğundaki doğallıktan ustalıktan çok etkilendim. Yaptığı mimikler, minimalist oyunculuk, ses tonundaki naiflik, ağzının içinde ki gevelemeler, kadınların boşanma sonrası yer yer pasaklılığa dönüşen bakımsızlıkları, çerez atıştırma türüğünde bulduğu kendine dönen saldırganlığı, gerçek yaşamda bugün küçük burjuva dünyalar da dahil kadınların içinde bulunduğu kolektif imajı ortaya koyabilmek için rolüne ne kadar çok çalıştığını ortaya koyuyor. Oyunculuğun sadece ( “en arkadaki seyirci duyacak”) ses olmadığını, hatta canlandırdığınız kadının nevrotik yanını ortaya çıkarmak adına bunun tersine ağzının içinden konuşarak sesin duyulmamasının da bir oyunculuk pırıltısı olabileceğini ortaya koyuyor. Kadının ezilmişliği hiçbir replikte geçmediği halde biz Sevinç Erbulak’ın alanının nasıl kaplandığına, gerçek dünyada hep olduğu gibi kısıtlanmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Bunun bir kısmını Erbulak’ın sahne sempatisi ve vücut dili kullanımının başarısıyla açıklayabiliriz. Sanırım karakterinin ete kemiğe bürünerek, yaşayan içimizden biri olduğuna bizi inandırmasını asıl partneriyle sahne ahengini yakalamasında aramak gerekiyor. Fırat Tanış’la Sevinç Erbulak oyunculuklarının tıpkı gerçek yaşamda özlemini duyduğumuz kadın erkek ilişkisinde olabileceği gibi birbirine dişi ve erkek yanlar oluşturarak geçiştiklerini bunların da rollerinde söylemek istediklerini kat be kat büyüttüğünü, anlamlı hale soktuğunu söyleyebiliriz.

Fırat Tanış hem dizilerden hem de sinemadan oyunculuğuna aşina olduğumuz bir isim. Ancak Tanış’ın oyuncuların er meydanı olan sahne de dahil olmak üzere hiç birinde canlandırdığı karakterin bir diğerine benzememesinin seyirci için çok mutlu edici bir durum olduğunu söylemeliyim. Sahneye çıktığında sadeliğini kaybetmeden büyüleyici bir atmosfer yaratabilen, sesiyle, fiziğiyle, zekâsıyla oyunculuğunu sürekli geliştirme çabası izlenebilen bir oyuncu.

Yazarın güzel metni, bu az rastlanılan oyunculuk, sahne tasarımı (Başak Özdoğan – bir ara buzdolabından malzeme çıkartmak isteyen adamın oradan giysi dolabı ve çamaşır makinasına açılan yerleri de görmesinde olduğu gibi bir karikatür mantığında yapılmış: Hem gerçekçi bir görünüş, hem işlevsel hem de oyunsuluklara izin veren bir yapı. Tasarıma ve sahneye aktarılan bu oyunsuluk Behiç Ak’ın metninden oyunculara oradan da biz izleyenlere geçiyor.) tüm bunlar sonunda bizi bir oyunu oyun haline getiren üst bakışı temsil eden yönetmene getiriyor. Ayrılık oyununun Semih Çelenk sahnelemesiyle dokuzuncu rejisörüne ulaştığını biliyoruz. Yani bundan önce sekiz farklı tiyatro tarafından oynanmış Behiç Ak’ın Ayrılık oyunu yukarıda bir kısmını anlatmaya çalıştığımız özelliklerinden dolayı şu anda kapalı gişe oynuyor.

Yönetmen Semih Çelenk bu oyundaki bütün unsurları ve oranları yan yana getiren kişi oluyor. Fırat Tanış’ın bir yandan sahnelenmeye devam eden önceki (Gelin Tanış Olalım) çalışmasının başarısının, Ayrılık oyunuyla birlikte bir tesadüf olmadığını yine afişlerindeki yönetmen isminden anlayabiliyoruz. Buradan bakarak bir takım oyunu kurduklarını ve bu takımın seyircinin ihtiyaç duyduğu nitelikli ve süreğen bir tiyatroya (Tiyatroevi) dönüştürdüklerini anlıyoruz.  Tiyatromuz için kazanım olan Tiyatroevi’nin diğer çalışmalarını (Çirkin ve yeni prodüksiyonları) merakla izleyeceğiz.

J.Campbell- Mitolojinin Gücü, çev: Zeynep Yaman, MediaCat, 2009

Yazan: Behiç Ak

Yöneten: Semih Çelenk

Oynayanlar: Sevinç Erbulak, Fırat Tanış

Sahne Tasarımı: Başak Özdoğan

Işık Tasarımı: Emrah sürücü

Müzik: Ebruli Muharrem

Afiş: Emre Duygu

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Tülay Yıldız

1 Yorum

  1. adile dolay Tarih:

    Yazıcı iki kez aynı cümleyi tekrar ediyor; Önce “iyi bir oyundan çıktığınızda anlatmak, yazmak, onunla ilgili düşünmek, düşündüğünüzü söyleme isteği duymak…” diyor bir iki cümle sonra “iyi bir oyun izlemek ve bunun üzerine düşünmek, kızgınlıkla baktığımızda hemen beliriveren o berbat karşıtımıza benzeme riskini azaltabiliyor” diyor… Sanırım iyi bir oyun izlediğini pekiştirmek için bu cümleleri kullanıyor. Ve ardından iyi bir oyun izlemenin yararlarını sıralıyor, adeta bir bilgin gibi, siz ne bilirsiniz ben bilirim der gibi… İyi bir oyun izlemenin yararlarını anlatmaya devam eden yazıcı ekliyor; iyi bir oyun izlemek, “öfkemizin doğru akabileceği kanalları, adeta mecraları bulmamıza yardımcı olabiliyor” diyor… Yazıcı devam ediyor; iyi bir oyun izlemekten bir anda sanatın yararlarına geçiyor “zaten böyle olmasa sanatın ve sanatla ilgilenmenin ne anlamı olabilir?” diyor…Yazıcı bunlarlada yetinmiyor adeta bir psikiatr ve psikolog gibi alt beyini anlatmaya başlıyor… “iyi bir oyun izlemek, sanatın yararları ve alt beyne ulaşan bir serüvene yelken açıyor…” Yazıcı diyor ki; “onunla (yani sanatla)gerçek anlamda ilişki kurduğumuz oranda alt beynimizden, saldırganlık gibi dürtülerimizden, dedikodu gibi pasif çıkar beklentilerimizden uzaklaşıyor eylemli olmanın, anlam ve olumlu değerler üretmenin yakasına geçebiliyoruz” diyor… Yazıcı sanatı şu haddeye vardırıyor ki; sanatla uğraşırsak saldırganlık gibi kötü duygulardan, alt beynimizin zaaflarından, dedikodu yapmaktan kurtulur ve olumlu değerler üretebiliriz… Ve yazıcı son noktayı “motivasyonla” koyuyor…

    Yazıcı debelenip duruyor adeta ve demek istediği şu aslında; diyor ki iyi bir oyun izledik, oyun hakkında konuştuk, tartıştık, sinirlerimize hakim olmayı öğrendik, kötülüklerden kurtulduk, dedikodudan kurtulduk ve güzel bir yaşama motive olduk… Daha neler demek elbette çok doğru olacak ama şunu belirtmek isterim ki küçücük bir paragrafta yazıcı disiplinlerarası bir yolculuğa çıkıyor adeta…
    Yazarın alt beyin dediği şey sanırım kendince olumlu düşüncenin biriktirildiği üst beynin karşıtı olumsuz düşüncedir… Sanırım bu konuda pek bilgisi olmadığı için alt beyni kötülüyor… Yapılan araştırmalarda alt beynin duygularımızın kaynağı olduğunu orataya çıkarmıştır.İkinci paragrafa geçemeden sıkıntı bastı beni, anlamı birleştiremeyen cümlelerle boğuşmak ne zor…

Yanıtla