Devlet İdeolojisi; Bir Gövde Gösterisi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Selcan Özgür

2014 yılının beni en çok etkileyen gösterimlerinden biri olarak “Gövde Gösterisi”ni işaret etsem, hiç de abartmış sayılmam. Üstelik onu iyilerle karşılaştırarak bu sonuca varıyorum. Konsept, metin ve koreografisi Tuğçe Tuna tarafından yaratılan bu performatif oyun bana öyle geliyor ki kurgusallığın ve çalışılmış olanın dışında da sürpriz anlar ve yerinde doğaçlamalar içeriyor. Sanmayın ki öyle ahım şahım bir beden kullanımına vuruldum… Tuğçe Tuna ve diğer oyuncu-performerlar Gizem Aksu, Erdinç Anaz, Begüm Balcıoğlu, Taner Güngör, Orçun Okurgan, Setenay Karadaş, Ezgi Künktakan, Yağmur Peşkircioğlu ve Sema Semih, öncelikle yıllardır iyi örneğini neredeyse hiç görmediğimiz bir biçimde oyun-performansı seyrettiğimiz Sainte Pulchérie Fransız Lisesi’nin neredeyse tüm alanlarını kullanıyor, bu yanıyla da öncelikle mekanı özel mülkiyet alanı olmaktan çıkartıp, kamusala dahil edecek bir ilk müdahalede bulunuyor.

Daha bahçeye girdiğimiz ilk anda Atatürk büstünün bulunduğu şeffaf kaideyi performans alanı olarak kullanmaya başlayan performer bizleri cumhuriyet tarihi boyunca “kurucu”nun hiç ölmediğine, ruhunu ve öğretilerini zorlama biçimde canlı tutmaya dair tüm öğretilenleri eleştirel bir yerden okumaya yönlendiriyor. Okullar, devletlerin, biz çocuk ve genç irilerini çekip çevirip kuşattıkları ilk baskılama alanı olarak kullanılan ideolojik bir aygıtı olarak karşımızda duruyor. Hepimiz daha bu ilk anda –çok sonraları üzerine düşünmeye başladığımızı düşündüğüm– bu baskı alanlarını araya kendi ideolojilerimizi yerleştirdiğimiz bir mesafeden görmeye başlıyoruz. Ardından açtığımız değil, bize açılan kapıları takip ederek devam ediyoruz. Okulun bodrumunda yer alan spor salonuna ve oraya inerken yürüdüğümüz merdivenlerin üstüne yerleşmiş performerlar insanların değil, oyuncakları olan nesnelerin hareketine tabi bu alanları bedenlerimizin sinmiş duvarlarıyla karşılaştırıyor. Seyirciyi oturmakla-ayakta kalmak, hareket etmek ve durmak, izlemek ya da hareketin parçası olmak arasında sıkıştırıyor. Sonra bir kapı daha ve bizi bitmek bilmeyen merdivenlerle okulun içine doğru tırmandırıyor performerlar. Topuklu ayakkabıları ve üzerinden sıyrılıp çıplaklığıyla her an karşılaşabileceğimizi düşündürten, bu yanıyla da varsa homofobik öğretilere kendini kaptırmış tüm öteki seyircileri –oldu da eğer düşünmeye ittiyse– bu durumdan zevk aldığım, bizimle konuşan, merdivenleri çıkarken yavaş ve yorulmuş bedenlerimizin zavvallı atıllığını hatırlatıp duran trans performer belki de niyetinden bağımsız olarak kimlik, cinsiyet ve bunların o kara binaların içinde olsa olsa heteronormatif tek varlık biçimiyle nasıl vücut bulduğunu hatırlatıyor. Bize birer hastalıklı gibi aşılanmaya çalışılan her şeye karşı, kabul ettiklerimizle değil, reddettiklerimizle biz oluyoruz devlete ve onu yaratıp yaşamasını sağlayan erke karşı. Sırada bölünme var.

Son bir yılın en çok tartışılan, bilmem hangi alanlardan devşirilip dillerimize pelesenk edilen ayrışma, kutuplaşma gibi kolektif iğrençliklerimizi betimlemeye yarayan kelimelerini, herhalde analarımızın karnında öğrenmiyoruz. Bugün böyle düşünüyorum, çünkü hatırladığım kadarıyla batı tarihinin ve insanın doğumundan ölümüne devam eden kendi tarihinin en başından itibaren biz bu tarifleri ya oyun oynarken ya başımızda bir “öğretici” varken gerçek kılıyoruz. Doğrusu babalarımızın karnından çıkıyor olsaydık bunun doğamızda olduğunu söyleyecektim şu an. Tarafımdan yazabilme özgürlüğümü kullanıyorum diyelim…

Tüm seyirciyi ikiye bölüp, iki ayrı dersliğe yerleştirdiklerinde bir kabusum gibi hayıflanmaya başlıyorum; eyvah! Yan sınıfta ne yaptıklarını nasıl göreceğim? Benim gördüklerimle aynı şeyler olduğunu nereden bileceğim? En azından oyuncu-performerlar, seyircinin performansı gibi meseleler var aynı olmasını imkansız kılan. Hop diyorum kendime sonra, burası bir okul, sen kim olursan ol, o sıraya ne şekilde oturursan otur buradan aynı çıkacaksın. Aynı kişiler aynı tonla olmasa da aynı şeyi söyleyecekler sana. Sonra oyunun ilk yazılı metnini bizimle de paylaşacakları bir diyalog başlıyor iki oyuncu arasında. Bazen komik, bazen yadırgatıcı bir dille önümüze koydukları can erikleriyle french-kiss öğretecek bu iki oyuncu, öğretici parodisi yaparak. Ben de “bu Fransız okullarında bizim öğrenemediğimiz neyi öğretiyorlar diye düşünüyordum, buymuş demek ki” şeklinde saçmalıyorum içimden. Sonra içeri öğretmen giriyor. Masasının üzerine yerleşip, performansına başlıyor. “Bakın!” diyor bize performer, masasının üzerinde bütün bir bedeniyle dört dönerken, “bir matematik öğretmeni bunları yapabilir mi?” “Mümkün değil,” diyorum, “Nasıl yapsın! Bu M.E.B.’den atılma, maaşsız ve aç kalma nedeni.” Neymiş, “dans etmiş,” okulda hiç dans edilir mi! O sırada ayakkabı bağcıklarımı ısrarla çözüp, beni bu hiç sevmediğim ve kurtulmak için uzun yıllar yataktan sürüne sürüne çıkıp şafak saydığım dersliğin sıralarına bağlamak isteyen performera uyuz oluyorum en açık haliyle. Tamam yani, alıştık, gevşedik, rahattayız da, gene de mekan hafiften basıyor beni. Bu sırada öğretmen otuzundan sonra toplu seks yapabilme ya da kendi cinsinden biriyle birlikte olabilme özgürlüğü olduğunu öğrendiğini söylüyor bize. E tabii o yaştan sonra da cesaret edememiş. Hangimiz ediyoruz ki diyorum içimden. Beden dediğin şey asla sana ait değil şu patriy’arkaik alemde. Erkekler için durum biraz daha farklı herhalde, tabii tanrısallık giriyor ya onlarda tüm işlerin içine…

Oyun açılan yeni kapılarla bizi sırasıyla okulun tiyatro salonuna ve oradan da yeniden ön bahçeye yönlendiriyor. Sahnede karanlığın içinde çılgınca hareket eden bir ışık ve onunla ne yapacağını bilemeyen bir beden, hareketin kendisiyle boğuşup duruyor.

Bahçede ise artık sürünerek dışarı çıkan ve bu yanıyla da kendi hareketini yakalamaya, formunu bulmaya çalışan bedenler var. Ne yaparsa yapsın, ne tarafa ivmelenirse ivmelensin zamanın bir anında tüm bedenler tekrar ve tekrar bütün bir hareketin, koreografinin tekil parçaları, bir gövdenin nefesine bağlı hareket eden verili uzuvları olmaya mahkum. Hareket kendini performerla birlikte intihara sürüklese de artık parçası olduğu iktidarın en başından beri kurtulmaya çalıştığını gördüğümüz hareketine mahkum. Sokağa taşınan sinmiş tavrın doğuşu, köreltilmiş, manipüle edilmiş kolektif bilincin hastalığının taşıyıcısı bedenlerimizle kim ve ne olursak olalım balkonlardan selamlanan bir halkız şimdi. Altında “sarsılmaz” varlığıyla başöğremen ve ondan gelmiş, bilmem neye doğru gidecek balkon insanları ve biz. Bedenimiz mekandır, kurtulmaya çalıştıkça sokak olacak özgürleşeceğiz.

Tüm bu konuşma ve dertleşme için:

Remdans

Konsept, Metin ve Koreografi: Tuğçe Tuna

Performans Sanatçıları: Gizem Aksu, Erdinç Anaz, Begüm Balcıoğlu, Taner Güngör, Orçun Okurgan, Setenay Karadaş, Ezgi Künktakan, Yağmur Peşkircioğlu, Sema Semih, Tuğçe Tuna.

Müzik: Başak Günak, Vahit Tuna

Işık: Ayşe Ayter, Tuğçe Tuna

Video Konsept: Tuğçe Tuna

Video Uygulama: Osman N. İyem

Proje Asistanı: Ezgi Çanaklı’ya

Teşekkürler…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Selcan Öztürk

Yanıtla