Tuğçe Tuna ile Söyleşi: Bedenleşmiş Yaşamlardaki Farklılıklar

Pinterest LinkedIn Tumblr +

remdans1”Bedenleşmiş Yaşamlardaki Farklılıklar: Kimin Gerçeğine Göre Doğru, Kimin Gerçeğine Göre Yanlış?”

 Koreograflığını Tuğçe Tuna’nın üstlendiği –.–.Gövde Gösterisi 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında geçtiğimiz hafta sonu iki kere St. Pulcherie Fransız Lisesi’nde sergilendi. Tuğçe Tuna ile gösteri sürecini, mekâna özel işler üretmeyi, gövde gösterisi ile anlatmak istediklerini konuştuk… Söyleşi: Nihal Albayrak

Bundan önceki tiyatro festivallerine çıkardığın gösterilerin ve diğer pek çok bağımsız işinin de spesifik bir mekana özgü olduğunu biliyoruz. Öncelikle St. Pulcherie Fransız Lisesi’nde bir gösteri yapmak fikri nasıl oluştu?

Geçen mart ayında yeni mekân arayışına başlamıştım ve aslında Fransız Lape Akıl Hastanesi’nde yapmak istiyordum. Gidip bunun üzerine araştırma yaptım, sanatçı olarak kendimi akıl hastanesine bir kaç gün yatırmak, orada metin yazmak gibi fikirlerim vardı ama bir süre sonra bu fikir imkânsızlaştı. Yatılı hastalar kaldığı için hastaların yakınları gösteri döneminde sorun çıkarabileceğinden hastane yönetimi son anda işbirliğinden vazgeçti. O zaman aklın ehlileştirildiği ikinci alan olarak okul geldi aklıma. St. Pulcherie’nin daha önceden bahçesini biliyorum, dışarıdan ağacını çok severim, kendine ait bir alanı vardır. Böylelikle St. Pulcherie’ye yöneldim. Bir de Fransızların İstanbul’daki akıl eğitimi, ruh eğitimi, dönemin rahiplerinin kurduğu hastaneler ve okulların nerdeyse 100 yıldır ayakta duruyor olması, dönüşüyor olması benim için ilginçti. Okul yönetimi mekân desteği sunmayı kabul edince, işi bu mekâna uyarlamak üzere oraya kaydırdım.

Tabiî ki yapı değişmiş oldu. Belki ileriki bir projede böyle bir şey yapmak isteyebilirim; kendimi bir süre hastaneye kapatıp, oradan çıkacak metinle hareket etmek… Çünkü bu benim başıma geldi. 2-3 sene önce Kapadokya’da, festivalde Üçhisar kalesinde solo yapıyordum, birden iki tane adam geldi ve beni bulunduğum noktadan zar zor aşağı indirmeye çalıştılar ve yere yatırdılar. ”Abla buradayız biz korkma” dedi biri bana, yanındaki küçük çocuğa da ”git hemen bir ambulans çağır, atlayacak” dedi. Bunlar beni oradaki rehabilitasyon merkezinden kaçan ve intihar etmek isteyen biri zannetmişler. Sonra festival yetkilileri o küçük çocuğa o deli değil tiyatro yapıyor deyince bağırdı çocuk: ”Deli değilmiş tiyatro yapıyormuş”. Seyirciler alkışlıyorlar, gülüyorlar, ben adama taş veriyorum ‘deli değilim ben’ diyorum adam diyor ki korkma abla, bir yandan da ‘git arabayı çağır’. İçimden geçiriyorum; n’olur gelip beni alsınlar götürsünler, ben hala bağırayım ben deli değilim diye. Bu olay benim kafamda baya yer etti… Delilik saflığında ve açıklığında olabilmek, insanların seni istediğin gibi var olduğun anda “ah bu deli” diye yaftalıyor olması beni düşündürüyor. O yafta zaten bende üniversiteden beri olan bir şeydir Tuğçe delidir, çılgındır gibi. Oralarda çok yabancılık çekmedim hayatım boyunca. Ama şimdi, yaşım ilerledikçe belki de biraz daha “kendime döneyim, derine ineyim” dediğim süreçte ya bir okul ya da bir hastane üzerinde gidip geldim.

O zaman aklında öncelikle bir tema mı vardı?

Evet, gövde gösterisi olarak bedenleşmiş yaşamlardaki farklılıklar ve bu farklılıklar kimin gerçeğine göre doğru, onaylanan, düzgün, iyi ve kimin gerçeğine göre yanlış… Tabi bu bir de örgü oldu. Ben geçen sene Bakırköy Kapalı Kadın Cezaevi’nde bir sene boyunca kadınlarla gönüllü olarak atölye yaptım. Orada da benim anladığım gerçeklikle, karşılaştığım gerçeklik çok farklı ve ilginçti. Korktuğum, kendimi koruduğum, hayatıma sokmadığım gerçekliklerin insanların hayatının merkezinde olduğunu görmek… Bunu biliyorsun ama yaşayınca çok daha farklı bir etkisi oldu bende. Ve tek ortak noktamız gene bedendi. Ben onlara beden farkındalığı, mekânda zamansızlık atölyeleri yaptım. Onlar beni çok büyüttü. Hem meditatif olarak büyüttü hem de yapı olarak daha da içime dönmemi, kendi gerçekliklerimi sorgulamama zemin sağladı. Son iki senedir birbiri içine geçen, birbiri içinde eriyen bir zincir oldu. Öte yandan içinde yaşadığımız toplumda da hiç bir şey göründüğü gibi değil, sistemler göründüğü gibi değil, bunları artık söyleyebiliyoruz ve korkmuyoruz, en azından kabul etmekten, yüzleşmekten korkmuyoruz. Bunlar hep tetikleyici oldu sanırım.

remdans2Peki, gövde gösterisi konsepti nasıl ortaya çıktı? İzlediğimiz gösteride iktidar, eğitim sistemi, toplumsal öğretiler gibi gövde gösterisine alt başlık olabilecek birçok tema vardı. Aslında kafandaki temaları mekâna mı uyarladın yoksa mekân da sana süreçte yol gösterici olup bir şeyler kattı mı?

Mekânın etkisi elbette büyük… Geçen kasım ayındaki gibi olanda olmayanı aramak ya da gövdenin kapladığı diğer şeyler üzerine yolculuk etmek, görünende görünmeyen şeyleri deşmek gibi paranoyak ve bir yandan da paradoksal bir döngüye girmek istedim. Hem hareket kalitemi, hem ses, tını gibi kullanacağım ne varsa bunların kaliteleriyle ve dinamikleriyle oynayacak bir alan açsın diye. Şunu düşündüm, gövde gösterisi aslında şu demek; aynı duruşu savunan kişilerin yan yana durması demek. Türkiye’de kullanıldığı gibi negatif bir şey değil ama insanlar yan yana geldiği zaman bu sisteme karşı bir şey olduğu için biz bunu negatifmiş gibi algılıyoruz. Oysa değil. Örneğin ben buradayım sen de burada benimle konuşuyorsun ve bizim birlikteliğimiz bir sunum koyuyor ortaya burada bunu izleyen ve performans olarak algılayan biri olsa biz aslında gösteri yapıyoruz. Bu bir gövde gösterisi oluyor.

“Gövde nedir, bedenin uzuvlarından arta kalan ana alan, dönüştüğün alan, hayatın hayata geçtiği alan, yok olduğu alan nedir” diye düşünmek ana fikirlerden birini oluşturdu. Ayrıca mekânda şöyle bir şansım da oldu. St. Pulcherie yönetimi kapılarını açtı ve saha sınırı koymadılar. Saat beşten sonra okulda etkinliklerin olmadığı her zaman gelebilirsiniz dediler. Bu büyük bir lükstü, Türkiye’de hiç bir maddi destek olmadan bağımsız olarak sanat yapmak çok zor. Ben bir gece üç buçuk saate yakın zaman geçirdim mekânda kendi başıma. Ve sadece neresi benim için doğru titreşimi veriyorsa, nerede kendimle rahat konuşabiliyorsam o alanları seçtim labirent olarak kullanmak için.

Sonradan öğrendim ki seçtiğim üç kat da eskiden kiliseymiş. Oysa şimdi bir basketbol sahası, üzerinde sahne, onunda üstünde sınıf var. Eskiden büyük bir şapelse dedim ki burasının kesin bir kaçış yolu olması lazım ki varmış. Hem Taksim’deki Fransız Konsolosluğu’na giden bir tünel var, hem de koreografide de kullandığım, sonradan dansçıların bahçeden atlayıp okulun altından geçtikleri ana giriş kapısına bağlanan bir geçiş var. Mekânda seyircinin görmediği bir takım katmanlarla ilişkiye geçmek de iyiydi.

Daha önce ulaşmak istememe rağmen okulun arşivleri ancak elimize ulaştı. Şimdi enstalasyon ve labirenti gezme kısmında bu arşiv görüntüleri ve ses kayıtlarıyla okulun biraz daha hayaletleri ile ilişki kurabileceğim bir yoğunlaşma sürecine girebileceğim. Bu biraz daha ötekine, belki geçmişe, belki o ana, en azından seslerin evrende asılı kaldığı gerçeğine dayanarak biraz sinyal göndermek gibi. Bir şeyler oluyor, dönüşüm oluyor, reddediyorsun, kabul ediyorsun, kendini bırakıyorsun ama aslında ‘varız’ sinyali göndermek/göndermiş olmak istiyorum. Mors alfabesinden yola çıkarak metinler hazırladım ve hareketler onun üzerinden kurgulandı.

remdans3Oyunun başlığı da mors alfabesinden geliyor değil mi?

Evet GG. Sosyal medyada ise –.–. ‘good game’ olarak oyun bittiği zaman kullanılır. Sonuç ne olursa olsun bu oyunu benimle paylaştığın için teşekkür ederim, bu iyi bir karşılaşmaydı anlamına gelen bir işaret “good game”. İngilizcesi de “Show of Strength”, o da “S.O.S” oluyor morsta.

Daha önceden bildiğim kadarıyla RemDans Kolektifi’nde bağımsız sanatçılarla proje bazlı ilişkiler kuruyorsun fakat üretim sürecinin katılımcı ilerlemesi sizin için önemli oluyor. Gövde Gösterisi’nin çalışma sürecini bu anlamda nasıl değerlendirirsin?

Daha önceden çeşitli projelerimde yer almış Erdinç, Gizem gibi son üç dört projemde benimle çalışan sanatçılar vardı. İlk defa benle çalışanlar da vardı. Çoğunluğu beni okuldan da eğitmen olarak tanıyan, en azından ortak bir dilden yola çıkabileceğimiz arkadaşlardı. O farklılıkları seviyorum. Aslında bu sekiz kişilik bir solo, ‘siz benim kendimle yüzleşmek istediğim, kaçtığım ya da yansıttığım şeyleri temsil ediyorsunuz’ diye başlayan bir çalışmaya girdik. Esasen daha kalabalık başlamıştık fakat provalar yoğunlaştıkça onların hayatta kalmak için kazanmaları gereken kaynağı ben sağlayamadığım için sanatçı ve bağımsız bir topluluk olarak arada elenenler oldu. Festivalden de maddi bir desteğimiz olmadığı için 12 kişi başlayıp 8’e düştük. Fakat kötü olmadı, ilişkilerimiz daha da yoğunlaştı. Mesela Ezgi, Sema ve Yağmur ile ilk kez çalışıyorum ama onlar kendilerini bırakıp çok risk aldılar. Çoğu zaman anlamadan, bazı şeyleri zamanla sindirerek çok açık davrandılar. Benim için de bu önemli. Tabi temelde bedensel bir güce ihtiyacım oluyor, bedeni aracı olarak kullandığım için. Zaten kafası açık olmayan, buna cesaret edemeyecek kimseyle yan yana duramazsınız, çünkü kol bacak kaldırıp dönme üzerine işler yapmıyorum ben. Hatta onu bile kırmaya çalışıyorum, aldığı eğitimi bile tüketip yok etmesine çalışıyorum ki bunda çok zorlanıyorum açıkçası. Benim ”dansçı gibi dans etme” şeklindeki konuşmalarım çok meşhurdur.

Okulun olumlu yaklaşımından sen de bahsettin, St. Pulcheire Fransız Lisesi’nin güzel bir tiyatro salonu olduğunu ve sanatsal etkinlikleri desteklediğini biliyoruz. Ama sen sahneyi değil başka yerleri kullanıyorsun. Bana göre en çarpıcı yerlerden biri Atatürk büstü ile dans edilen bölüm. Buna dair yönetimden ya da başka bir yerden herhangi bir tepki aldın mı?

Evet, okul yönetimi sahneyi kullanmayacak oluşuma çok şaşırdı başta. Yönetimin kültür meselesine bir yaklaşımı var; bu bir ‘sanattır’ diyorlar, o kadar. Ben kişisel görüşlerini alırken çok kutsal bir imgeye dair kendini onla bütünleştirip ona karşı mı duruyorsun, onun altındaki basit bedeni mi gösteriyorsun, onunla bütünleşerek daha kuvvetli bir şey mi ortaya çıkartıyorsun gibi sorular çıktı. Ben de her türlü kendime dair olan iktidara karşı ‘ya bir dursam ne olacak’ diyerek yola çıktığımı söyledim. Orada hakaret ederek ya da rencide ederek değil ama devamlı farkında olmadan izlendiğimiz, gözetlendiğimiz dürtülerle biraz yüzleşelim istediğimi söyledim ve bu noktada okul yönetimi tamam bu bir ‘sanattır’ yaklaşımından taviz vermiyor. Yoksa burası Katolik bir okul… Sınıflarda normalde bir Katolik okulunda yapamayacağımız şeyleri yapıyoruz aslında. Türk okullarında zaten yapamazsın ama Fransız Katolik okullarında da bunu yapamazsın. Sınıflardaki konsept de bu noktadan çıkış aldı: Okulda öğrenmediklerim… Okulda ne öğrenmedim ben, okulda öğrenmediğim neyi bilseydim bu hayatta daha mutlu olurdum? Ki bunu da 35 yaşından sonra öğrenmeye başlıyorsun, şanslıysan hayat çatır çatır öğretiyor.

Çok komik olaylar da oldu. Ezgi’nin sigara içtiği bir yer var garajın altından geçerken. Sigara içen öğrencileri en fazla orada yakalarlarmış ve disipline götürürlermiş. Müdür diyor ki ‘inanamadık gidip oraya sigara içen birini koydun’. Çünkü o öğrenci kafasıyla baktığında çekiyor seni, boyun eğme rolü oynayıp bir şeyleri götürmeye çalıştığında hemen o boşlukları görebiliyorsun.  Dolayısıyla okul yönetimi çok şaşırdı, ben sadece sahneyi kullanacağım zannediyorlardı. Sonra ben okulu bir labirent olarak kullanacağım yani seyirciyi geçtiği yerden tekrar geçirmeden binadan çıkartacağım dediğimde çok şaşırdılar ve izin verdiler, hayır demediler. O benim için çok büyük bir değer oldu. Çünkü Türkiye’de yeni bir şeyle karşılaştıklarında ya da şaşırdıklarında hayır diyorlar, bilmediği bir şeyle uğraşmak istemiyorlar. Hayır demek kolay orada sana izin vermek ve süreci görmek onlar için önemliydi. Böylece okulun kendi varlığı bu sanat eserinin öznesi, gövdenin iskeleti oluverdi.

Seyircinin sabit bir yerinin olmaması ve labirent içinde dolaşması ile seyirci de üretim sürecinin bir şekilde parçası oluyor. Seyircili prova yapsanız da kalabalık seyirci ile karşılaşmak farklı olmuştur. Çıkan etki beklediğiniz gibi miydi yoksa sizin için sürprizler oldu mu?

Üreten ya da performansı sunan bedenlerin kendisinin bir sanat objesine dönüşmesi kadar mekânın ve oraya gelen paylaşımcıların (seyircilerin) de enstalasyonun bir öznesi haline dönüşmesi iyi işledi. Mesela ilk gün spor salonundan yavaş çıktık merdivenlerden. Normalde biz karşılıyorduk sizi yukarda. İkinci gün bunu hızlı yaptığımız için seyirci bizi bir anda karşısında görünce şaşırdı. Orada ayrımcılığa giriyoruz. Kahverengi gözlü olanlar el kaldırsın, kaldırıyorlar. Maviler kaldırsın, indirsin gibi. O noktada bizim yıllardan beri getirdiğimiz okula girince hissettiğimiz kurban, utanç duyma, sıkıntı, teslimiyet, yarı uyku hali gibi kavramlar hemen geri geliyor çünkü psikolojik hafızayı atmayı bilmiyoruz.  Ben de oralarda oynuyorum biraz işte.

Şöyle bir sürpriz oldu mesela. Hipnoz yaptığıma inanıp iki üç ders uyanmayanlar oldu. En son gidip dürtüp gözünü açman gerektiğini de mi ben söyleyeceğim dedim. Çünkü kendimize bir zaman ayıralım ve gözümüzü kapatalım diyorum ama konuşurken üçgene bak şuna bak gibi metin içerisinde uyandıracak şeyler yapıyoruz aslında. Ama gözünü aç! O kumanda ve onay gelmediği için iki sahne boyunca gözünü kapalı tutanlar oldu, o teslimiyet de güzeldi bence.

remdans4Son olarak Gövde Gösterisi’ni festival haricinde de sergilemeye devam etmeyi düşünüyor musunuz?

Bu iki gün ben kendime bir sindirme dönemi verdim. Çünkü bedenimle bir anne olarak, dansçı olarak, eğitmen olarak, akademisyen olarak, koreograf olarak yeterince iktidar taşıdığım için vücudumda, onu çıkartmanın verdiği bir rahatlık var. Bu sindirme döneminden sonra bir iki enstalasyonla daha sürpriz yapıp yoğunlaşmak hem haziran ayında hem de sezonda oynamaya devam etmek istiyoruz. Zaten lise de istiyor, belki yaş sınırını 16’dan 14’e indirebiliriz. +16 dememin sebebi şuydu: gençken insan inanmak istiyor, yani sorgulamakla ilgili bir geçmişi yoksa içini boşaltmak istemedim. İkinci gün iki tane 16 yaşında seyircim vardı. Bayıldılar ve nasıl güldüklerini, olaya nasıl dâhil olduklarını gördüm. Eğilip topları izlemeye çalışıyor, sonra korkup interaktifliğe dâhil oluyor ama orada şunu görüyorsun 16 yaşındakinin bir yargısı hala yok. Belki 15’e indiririz bilemiyorum.

Başka eklemek istediğin bir şeyler var mı?

Şunu söylemek isterim; ev olunca, gövde olunca özgürleşebiliyorum ben. Ve risk alabileceğim bir alan yarattığı için okul yönetimine gerçekten bütün kalbimle teşekkür ediyorum. Onun dışında bütün sanatçı arkadaşlarıma teşekkür ediyorum bu kadar çarpık, kaotik bir dönemde büyük bir özveri ile gelip oraya, konsantre oldular ve benim onları dönüştürmeme izin verdiler. Kendilerini de dönüştürdüler… Bu da büyük bir riskti. Bunların değerinin çok farkındayım, en azından bunu söyleyebilirim. Herkese çok minnettarım.

Nihal Albayrak-Mimesis Söyleşi

Fotoğraflar Murat Dürüm’e aittir.

Paylaş.

Yanıtla