Einstein’ın Yıkıldığı An!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

einsteinfft81_mf2027449[Tida Tezman’ın Radikal’de yayınlanan yazısını paylaşıyoruz.] Paris’e yolu düşenler, kentin en eski ve en güzel tiyatrolarından Rive Gauche’de seyircinin akınına uğrayan iki Eric-Emmanuel Schmitt oyunu ‘Einstein’ın İhaneti’ ve ‘Guitrys’ler’i kaçırmasın!

Eşsiz kalemiyle yüzyıla damgasını vuran büyük yazar Eric-Emmanuel Schmitt, dur durak bilmeden tiyatro için üretmeye devam ediyor. Yaşayan en büyük edebiyat dâhilerinden 53 yaşındaki Schmitt, Paris’in en eski ve en güzel tiyatrolarından Rive Gauche Tiyatrosu’nun yönetimini ele aldı. Şu anda bu tiyatroda onun çok enteresan iki oyunu aynı anda sahneleniyor ve seyircinin akınına uğruyor. Bunlardan biri ‘Einstein’ın İhaneti’ (La Trahison d’Einstein), diğeri de ‘Guitrys’ler’ (The Guitrys). Bu birbirinden çok farklı iki oyun da çok ilginç. İkisini de büyük bir keyifle seyrettim. Paris’e yolu düşenlerin kaçırmamasını öneririm.

‘Einstein’ın İhaneti’

‘Einstein’ın İhaneti’ oyununda iki dev aktör Francis Huster ve Jean-Claude Dreyfus sanatlarını en ince ayrıntılarına kadar sahnede konuşturuyorlar. 1939 yılında Einstein, Almanya’dan Amerika’ya kaçar. New Jersey kıyısındaki bir gölde iki tuhaf adam karşılaşır ve birbirleriyle kaynaşır. Einstein tesadüfen karşılaştığı bu avareye açılır. Komünist ve barış yanlısı Einstein, izafiyet teorisinin sebebiyet vereceği tehlikeleri öngörmektedir. Einstein, Hitler’in ve Nazilerin, herkesten önce atom bombasını imal etmelerinden büyük endişe duymaktadır. Einstein, barışçıl inançlarını bir kenara itip Amerika’nın Almanlardan önce atom bombası imal etmesini sağlamalı mıdır? Bu çelişkiler içinde gidip gelirken, FBI da Einstein’ın peşindedir. Ancak Hiroşima, dünyayı barış içinde görmeyi hayal eden Einstein’ın da yıkımı olur. Vicdan azabı bir daha onun yakasını bırakmaz. Çünkü Almanların atom bombasını imal etmek için yeteri kadar donanımlı olmadıklarını daha sonra öğrenecektir.

Bir FBI ajanının gözetiminde, evsiz barksız cahil bir adamla yaptığı koyu sohbetler sayesinde, biz seyirciler 20. yüzyılın bilim ve politik tarihini bir daha yaşıyoruz. Amerika savaşı kazandı ama maalesef insanlık barışı kaybetti. Oyunun sonuna doğru Einstein, Bach’ın müziğini çalarken, dünyanın uzak bir yerinde atom bombasının meydana getirdiği mantar dumanı görülür ve Einstein’ın söylediği “Ben iyi keşiflerin trajedisiyim” cümlesi seyircinin yüzüne tokat gibi çarpar.

Sahnede Einstein’ı yorumlayan Francis Huster’in oyunculuğu her zamanki gibi çok dakik, çok doğru, çok profesyonel. Ama serseriyi oynayan 150 kiloluk Jean-Claude Dreyfus harikalar yaratıyor. Beden dili, aksanlı ve nefes nefese konuşması, oyunculuğu olağanüstü. Francis Huster’i sahnede neredeyse eziyor. Hele oyun başladığında, kulübenin önünde karşılaştıklarında Einstein’a dönüp “Princeton Üniversitesi’ne yerleşen fizik Nobel’ini alan bilim adamına, adı Alfred Neinstein mı neydi, ne çok benziyorsunuz” demesi kahkahalara yol açıyor. Oyun ilerledikçe bu garibin hiç de göründüğü gibi boş olmadığını, oğlunu savaşta kaybettikten sonra toplumdan kaçıp bir başına yaşamaya başladığını anlıyoruz. Nitekim Einstein bu garip adama içten bir dostlukla bağlanıyor. Birbirleriyle çıkarsız, saf bir bağ kuruyorlar. FBI ajanına karşı Einstein’ı koruyan, ajanın vaat ettiği parayı elinin tersiyle reddeden bu gariban, dostunu ihbar etmiyor. Jean-Claude Dreyfus’un samimi oyunculuğu, seyircinin kalbine dokunuyor.

Steve Suissa’nın rejisi çok başarılı. Eric-Emmanuel Schmitt’in tekstinin hakkını vermiş. Orijinal dekor ve ışık, göl kenarını, kulübeyi çok iyi yansıtıyor. Yüksek kalitedeki bir tekstle, bu oyun bir insanlık ve dostluk dersi!

‘Guitrys’ler’

Eric-Emmanuel Schmitt ‘Guitrys’ler oyunuyla, Paris’i ve dünyayı sallayan efsane çift Sacha Guitry ve Yvonne Printemps’ı sahneye taşıdı. Yvonne şarkı söyler, Sacha yazardı, beraberce sahnede oynarlardı… Mutlulukları, kavgaları, kıskançlıkları, aldatmaları ile bu oyun tam bir aşk hikâyesi… Kafese konulmaya tahammül edemeyen bir ‘bülbüle’ tutulmuş yetenekli bir dehanın öyküsü!

Fransa’nın en önemli ve en büyük dramaturglarından, 120 tiyatro oyunu yazmış Sacha Guitry’ye (1885-1957), onun da bir gün bir tiyatro oyununun kahramanı olacağı söylenseydi, acaba ne düşünürdü; hem de uğruna deli divane olduğu soprano Yvonne Printemps’la beraber…

2. Dünya Savaşı arasındaki çılgın yıllarda, 15 sene boyunca, Paris sosyetesine hükmeden bu ünlü ikili, sahnede ve hayatta mutlu zamanlar yaşadılar ama onlar en çok skandallarıyla konuşulan bir çift oldular. Her zaman için muhteşem ama imkânsız sevgililerdi… Tutkulu yıllar, şüphe dolu yıllar ve acı dolu yıllar…

Sacha Guitry (Martin Lamotte), Yvonne Printemps’a (Claire Keim) rastladığında evli barklı, orta yaşı çoktan geçmiş ünlü bir tiyatro yazarıydı. Yvonne Printemps ise ikinci sınıf kabarelerde şarkı söyleyen, fiziği çok güzel genç bir kızdı. İlk görüşte bu genç kıza abayı yakan Guitry onun uğruna ailesini terk eder ve aşkı için tiyatro oyunları yazmaya başlar. En üretken yıllarını onunla yaşar. Karşılıklı oynamaya başlarlar, evlenirler, bütün dünyada turnelere çıkarlar, oyunlarıyla ünlerine ün katarlar. Bu çılgın yıllarda bütün Paris onların yeteneğini, dehasını ve sıra dışı fırtınalı ilişkilerini konuşur.

Perde açıldığında Sacha Guitry kulisteki masasına oturmuş yeni bir tiyatro oyunu yazmakta. Hatıralar canlanmakta. Bir kabarede Yvonne Printemps’ı şarkı söylerken ilk defa gördüğü geceyi ve baştan çıkarıcı güzelliğini anımsar. Eşsiz kalemiyle şaheserler yazan bu usta, sokakta yetişmiş bu kıza abayı yakar. Yvonne’da yetiştiği ortamın serseriliği alaycılığı var ama bunun yanında geleceğin kraliçe edası ve klası da var. Dünya başkentlerinin müzikholleri bu ikiliyi Guitrys’ler diye adlandıracak. Avrupa’nın Guitrys’leri, Amerika’nın Fitzgerald’larına karşı!

Steve Suissa, Eric-Emmanuel Schmitt’in canlı, derin ve neşeli tekstini oya gibi işleyerek sahneye koydu. Rejisi zengin ve yenilikçi. Müzik her yerde, sinema dekorun içinde oturuyor, sahne bölümlere hızla ayrılıyor. Seyirci kaleydoskopik bir bakışla gösterinin içine dalıyor.

Dekor tasarımını yapan Stéfanie Jarre, sahnenin bir bölümüne gösteriler için mini bir sahne tasarlamış; diğer bölümüne de bir oyuncu soyunma odası. Tam ortada da Sacha Guitry’nin rahatça yazı yazdığı bir tiyatro kulisi… Böylece seyircinin farklı zaman dilimlerinde geçen olayları takip etmesi kolaylaşıyor. Aynı zamanda tiyatronun yöneticisi Marcel’in, oyunda olması, ‘usta ile bülbülün’ aşk hikâyesini anlamamızı kolaylaştırıyor.

Televizyonda başarılı bir kariyeri olan Claire Keim, bu oyunla, oyunculuk ve şarkıcılık yeteneğini konuşturuyor. Güzel ve başarılı bir performansa imza atmış. Sahnede hem cazip, hem enerjik. Özellikle küstahlaşıp asileşince daha bir coşturucu ve çekici oluyor.

Martin Lamotte, Sacha Guitry’ye hayat verirken, kendinden emin ama oyunculuğu biraz durağan ve parlaklıktan yoksun.

Bu oyun hem göze hem de kulağa hitap ediyor. Göze, çünkü Claire Keim siluetine çok iyi uyan güzel kostümler giyiyor. Kulağa, çünkü Keim’in sesi ve yorumladığı şarkılar keyifli. En önemlisi Guitry’nin tadına doyulmaz sözleri ve unutulmaz cümleleri…

Adam yazıyor, kadın şarkı söylüyor, beraber oynuyorlar; hem sahnede hem de hayatta birbirlerini sevmeyi ve birbirlerinden nefret etmeyi sergiliyorlar…

Bu piyesi seyredince “İnsan sevdi mi tutkuyla sevmeli, ölçülü sevgiler işe yaramaz” dedim. Aşk bitince de insanın yaşlandığını anladım.

Radikal

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.