Külkedisi Deyip Geçmeyin, Bir Gerçek O: ‘La Cenerentola’

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Üstün Akmen

Külkedisi (La Cenerentola) bilirsiniz ünlü bir Avrupa halk masalının başkahramanı genç kızın adı. Bilinen en eski Külkedisi öyküsü, 9. yüzyıldan kalma bir Çin masalıymış. Avrupa edebiyatında ise Külkedisi’ni işleyen en tanınmış yapıtlardan biri Charles Perrault’un ”Contes de ma mère l’oye” adlı kitabında yer alan “Cendrillon”, bir diğeriyse Grimm Kardeşler’in yazdığı “Cinderella”.

Rossini’nin Müziği

Opera Buffa (Komik Opera) ve Dramma Giocoso (Neşeli Drama) denilince akla gelen ilk isim olan Gioachino Rossini (1792-1868) 1817 yılında Jacopo Ferretti’nin (1784-1852) librettosundaki karakterlerin çaresizliklerini, umarsızlıklarını özgün biçimleriyle bestesine işlemiş. Yekta Kara’nın dediği gibi, olay örgüsündeki kargaşa anlarında sahnede zamanı durdurarak, oyuncuları adeta içinden çıkamayacakları müzikal tuzaklara düşürerek Komik Opera anlayışının en cazip yönlerini deşmiş, Balsac’ın dediğince en ölü kalplere bile umut veren müziğini bu kere de “La Cenerentola” ile kulaklara ve ruhlara armağan etmiş.

Yekta Kara Neler, Neler Yapmış

Komedi ile romantik bir aşk öyküsünün karışımı olan “Külkedisi”ni ilk sahnelenişinden tam 197 yıl sonra ilk kez Yekta Kara, İstanbul Devlet Opera ve Balesi yapımı olarak sahneye taşımış. Taşırken yapmacıklıktan ve anlaşılmazlıktan uzak bir reji tasarlamış. 197 yıl sonra Külkedisi masalını herkesin bildiğini varsayarak, kendi yaratıcığını, çağdaşlığını öne çıkarmış. Masalı gerçeğe yaklaştırmış, sıkılınmadan seyredilebilir yapmayı amaçlamış. Eseri farklı bir gözle yorumlamış, farklı bir bakış açısı yakalamış. Reji çalışmasını yaparken, operada teatralliğin ve görselliğin müzik kadar gerekli olduğuna inanmış. 1950’lerde, özellikle ABD ve İngiltere’de soyut dışavurumculuğa tepki gösteren genç sanatçıların 1960’larda bir akım haline getirdikleri Pop Art dilini sahneye uyarlamış. Clorinda’ya hula-hoop çevirtmiş, Külkedisi’ne ev temizliğini elektrikli süpürgeyle, ütüyü elektrik ütüsüyle yaptırtmış, Tisbe’nin bacaklarına ağda yapıştırtmış. Külkedisi’nin Alidoro ile saraydaki baloya Cadillac ile gidişini, Prensin Don Magnifico’nun evine Thunderbirth ile gelişini sahne arkasındaki perdeye çizgi film olarak yansıtmış. Prense elektrogitar çaldırtmış.

Yekta Kara, yılların farklı estetik anlayışlarını da “hemhal” toparlamış, birbirleriyle çarpıştırmış, konuyu eklektik ve fantastik olarak kurgulamış. Getirdiği yorumu dramaturgi açısından da örtüştürmeyi başarmış.

Dekor, Kostüm, Işık, Koro, Koreografi

Dekor tasarımında Efter Tunç, Roy Lichtenstein’in (1923-1997) pop-art çizimlerini kullanmış, ama tasarımını Pop Art uygulamasındaki çoğul ve çok renkli görünümlere değil, sade ve net tekil renklere yaslamış. Öz ve görünüşün, gösteren ve gösterilenin, varlık ve anlamın ikililiğini ortadan kaldırmış. Böylece Elvis Presley posterini, aksesuar olarak kullandığı beş adet elektrogitarı yalnızca bir imge olarak anlamsız bir tekrarla belirsizle belirsizleştirilen bir parodi olarak üretmiş ve başarıyı yakalamış.

Şanda Zıpçı’nın kostümleri de hayli başarılı. Metin Koçtürk’ün ışık tasarımı görüntünün ardında gizlenen derin niteliği müzikle birlikte verebiliyor. Işık, fevkalade etken ve devingen… Atmosfer yaratabiliyor. Uzam ya da hareket alanı ışıkla belirtiliyor, belirleniyor.

Yekta Kara’nın koreografisi, Gökçen Koray’ın korosu gayet iyi. Hele birinci perde sonundaki koronun aşkı öven şarkısı harika… Alessandro Cedrone orkestrayla uyum sağlamış ve sağlatmış.

Sesler

Eseri izlediğim akşam Angelina’ya can veren benim gözümün nuru Soprano Aylin Ateş’in daha ilk tabloda ütü yaparken söylediği “Una volta c’era un re” iyi bir esere tanıklık edeceğimizin müjdecisi gibiydi.

Ardından Baron Don Magnifico’nun (Bas Ali İhsan Onat) düşlerinin güzelliğiyle coşarak söylediği “Mi sognai fra il fosco” geldi.

Bütün düşüncelerini taşırcasına Salerno Prensi Don Ramiro karakterine derinlik ekleyen, oyun süresince Ramiro’nun derinlikleri, olguları ve yönelimlerini ortaya çıkarmayı beceren Tenor Caner Akın’ın “Tenor Leggero” tonlarını da denediği Aylin Ateş ile düeti “Un soave non so che” duyarlı tüyleri diken diken etmeye yetti.

Bas Ali İhsan Onat, ikinci perdede kızlarına Prensin kayınpederi olacağını anlattığı “Sia gualunque delle figlie”de de pek iyiydi.

Soprano ve Mezzosoprano

Soprano Sevim Zerenağaoğlu, Clorinda’nın üzüntüsünü paylaştığı “Sventura! Mi crederai” de alkışı gerçekten hak etti.

Diğer taraftan Tisbe’de Mezzosoprano Deniz Likos gövdesini tamamen duygularının hizmetinde tutma yeteneğiyle dikkat çekerken, Dandini’de Bariton Kevork Tavityan yıllardır geliştirdiği solunum tekniğiyle vücudunu dengeli olarak nasıl bir çizgi üzerinde tutabildiğini kanıtladı, tüm şarkılarını sağlıklı söyledi.

Saray Filozofu Alidoro’da Bas Kenan Dağaşan ise, sahte prens olarak Don Magnifico ailesini sarayda vereceği baloya davet ederken melodik, gösterişli, gırtlak hünerlerine dayanarak başarılı bir performans sergiledi.

Son söz olarak, İstanbullu olmanın ayrıcalığını yaşayın, gidin “La Cenerentola”yı izleyin, dinleyin, alkışlayın diyeceğim.

Başka da bir şey demeyeceğim.

Evrensel

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla