Arzularına Kavuşamamış Kanadı Kırık Bir “Martı” Mıyız?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Banu Çakmak

Daha on dört yaşında, tiyatroyla ilgilenmeye başladığım ilk yıllarda, okuduğum ilk oyun Çehov’un Martı oyunuydu. İlk okuduğum an çok etkisinde kalmış, özellikle Nina’nın, Treplev’in yaşadıklarını derinden hissetmiştim. Ne anlamış, ne hissetmiştim diye düşünüyorum da sanırım bir genç kızın hayal kırıklığıydı beni ilk etkileyen. Aradan yıllar geçti, Martı’yı belli aralıklarla defalarca okudum. Bu ilk okuyuşumda gerçekleşen etki hiç geçmedi, aksine her okuyuşumda daha da arttı. Metni her okuduğumda başka bir kapı açıldı önümde ve her defasında başka dünyalar keşfettim. O yüzden benim için Martı oyununun ve o gün bugündür Çehov’un yeri çok ayrıdır. Tam da bu nedenle Çehov sahnelemelerini ayrı bir ilgiyle izlerim, hiçbir sahneleme Çehov metinlerinin zenginliğini seyirciye iletemeyecek gibi gelir bana yani olumsuz bir önyargı vardır zihnimde.

Geçtiğimiz günlerde bu olumsuz yargıyı büyük oranda kıran, oyunun zengin duygu ve anlam dünyasını seyirciye iletmeye yakın bir sahnelemeyle karşılaştım. Bursa Devlet Tiyatrolarında Ahmet Vefik Paşa Sahnesinde 05. Kasım.2013 tarihinde Martı oyununun galasını izledim. Levent Suner’in yönettiği oyunu izlemeden önce beslediğim olumsuz önyargı, dakikalar geçtikçe yerini keyifli bir seyre bıraktı.

Çehov oyunları zaten aksiyon açısından kısıtlı durum hikayeleri sunan, dramatik çatışma dozu düşük, anlamsız diyalogların birbirini izlediği, “absürt” bir nitelik taşıdığından bildik sahneleme teknikleri bağlamında zor metinlerdir. Seyirciyi sıkmadan metin düzleminde yer alan zengin anlam ve duygu evrenini sahneye aktarmak oldukça zordur. Bütün bunların yanında Çehov’un ve Martı’nın hayatımda özel bir yeri olması beklentimin büyük, sahnelemelere yönelik umudumunsa sönük olmasına neden olmuştur hep. Beklentimin karşılığını büyük oranda aldığım bir rejiyle karşı karşıya kalmam böyle bir yazıyı kaleme almama neden oldu.

Oyunda Rusya’nın sayfiye bölgesinde bir çiftliği olan, 1900lü yılların başında Moskova’ya gitme isteğiyle bu çiftlikte bulunan aktris Irina, yazar olma isteğindeki oğlu Treplev, büyük bir yazar olan, Irina’nın sevgilisi Trigorin ve aktris olma isteğiyle yanıp tutuşan bir genç kız olan Nina’nın öyküsü anlatılır. Yazarlık denemeleri yapan Treplev’in yazdığı oyun, göl kenarındaki sahnede, Treplev’in aşık olduğu Nina tarafından oynanır, Trigorin, Irina, Treplev’e aşık olan ama aşkına karşılık alamayan Maşa, Maşa’ya aşık olup aşkına karşılık bulamayan öğretmen Madvedenko, aile dostları doktor, Treplev’in dayısı Sorin ve çiftlikte çalışanlar oyunu izler. Treplev ve Nina gerçek bir aktris olan Irina ve gerçek bir yazar olan Trigorin’in eleştirilerine, daha doğrusu alaylarına maruz kalır. Treplev bunun üzerine hırçınlaşır, kabuğuna çekilir, bir martıyı öldürür. Nina ise babası ve üvey annesinin seyahatini fırsat bilip çiftliğe, onların yanına gelir birkaç günlüğüne. Trigorin sürekli çevreyi izleyip yazmak için notlar tutarken notlarına Treplev’in vurduğu martıyı da ekler. Bu sırada Nina ile yakınlaşırlar ama diğer yandan Irina ile Moskova’ya gitme planları yapmaktadırlar. Treplev kendiyle savaş halindedir, sevdiği Nina da annesi de Trigorin’le birliktedir, kendini adadığı yazarlık konusunda da zirvede Trigorin vardır, yazdıklarını kimse okumaz, anlamaz, beğenmez. Trigorin’in Nina ile yakınlaştığını anlayan Irina, Trigorin’e çıkışır, nasıl birbirlerine ihtiyaçları olduğunu, birbirleri olmadan yapamayacaklarını anlatır ona. Moskova’ya gideceklerdir, Trigorin Nina’ya kalacakları yeri söyler, arkalarından Nina da gidecektir, sözleşirler.

Aradan iki yıl geçer. Nina Moskova’da oradan oraya savrulmuş, çeşitli sahnelerde oynamış, bir yere gelememiş, Trigorin’den çocuğu olmuş, çocuğunu kaybetmiş, terk edilmiştir, şimdi çiftliğin oralarda dolaşıp ağlamaktadır. Maşa ve Madvedenko evlenmiş, çocukları olmuştur. Treplev ise büyük bir yazar olmuştur. Sorin hasta olduğu için Trigorin ve Irina yeniden çiftliğe gelir. Trigorin martı hikayesini de ölü martının doldurulmasını istediğini de unutmuş, Treplev’e yazdıklarını çok beğendiğini söylemesine karşın, aslında onun yazdıklarının bir sayfasını bile okumamıştır. Nina Treplev ile konuşur, Treplev ona aşkını ilan ederken o hala Trigorin’e aşık olduğunu söyler, gelgitler içindedir, hem acılı hem umutludur. Maşa, Irina, Trigorin ve diğerleri salonda tombala oynarken Sorin uyuyakalmıştır. Bir silah sesi duyulur, Treplev intihar etmiştir, diğerleri oyuna devam ederken doktor bunu Trigorin’e gizlice söyler.

Görünürde basit bir aşk hikayesi çerçevesinde, yazar olmak, oyuncu olmak isteyen genç yüreklerin yaşadığı hayal kırıklıklarının melodramatik bir öyküsü vardır karşımızda ama üzerine düşünüldüğünde Çehov’un anlatmak istediğinin bu kadar basit olmadığını anlamak zor olmaz. Öncelikle oyun yazıldığı dönem koşulları bağlamında, devrim ile birlikte Rusya’da çöken aristokrasi yaşamına ayna tutmaktadır. Moskova’dan uzakta bir sayfiyede yaşayan, eski şaşaalı günlerine özlem duyan, sürekli şehre gitmeyi arzulayan bu insanların yaşadığı bunalım, bir sınıfın yerinden aşağı düşüşünü gösterir. Ancak gerek metinde gerek sahnelemede oyunun temas etmeye çalıştığı daha evrensel bir mesele gözlemlenir: beklenenle kavuşulan arasındaki uyumsuzluğun yarattığı hayal kırıklıkları.

İnsan, doğası gereği sürekli bir şeylere ulaşmayı arzular. Nereden gelip nereye gittiğimizin belli olmadığı bir evrende hepimiz arzularıyla var olan, arzularına kavuşma umuduyla hayata bağlanan bireyleriz. Ve yaşamda dramatik olan da trajik olan da arzularımızın uzağına düştüğümüz anlarda ortaya çıkar, çok isteyip ulaşamamak acı bir deneyimdir. İşte metinde en çok dikkat çeken nokta budur. Aslında aşk, yazar olma isteği, aktris olma hayali yalnızca insanı hayata bağlayan arzuların çeşitli görünümleridir. İktidar arzusu, çocuğu için yaşamak da koyulabilir bu arzuların yerine. İnsan, anlamsız bulduğu hayatına anlam katmak için kendini daima bir şeylere adamak zorundadır, bu adanmışlıklara da genel olarak arzular diyebiliriz. Martı’nın karakterleri olan, Treplev kendini Nina’ya ve değerli bir yazar olmaya, Nina kendini Trigorin’e ve ünlü bir aktris olmaya, Maşa da Treplev’e adamıştır. Ancak Treplev Nina’yı elde edemez, istediği gibi bir yazar olamaz, annesinin ilgisini beklediği oranda alamaz; Nina da ünlü bir aktris olamaz, Trigorin tarafından bir hikaye konusu olarak görülüp bir kenara bırakılan, kullanılıp atılan martıdan farksızdır, Maşa ise Treplev’e kavuşamaz. Bu doğrultuda herkesin var oluş koşulu bir başkasına ya da bir şeye duyduğu arzudur ve kimse bu var oluş koşulunu sağlayamaz. Benzer şekilde Irina ve Trigorin de birbirinin var oluş koşuludur, bu nedenle Trigorin ne kadar dönüp dolaşsa da yine Irina’ya gelir. Irina onu o da Irina’yı sanatları konusunda pohpohladıkça kendilerine arzularını doyurdukları bir yaşam alanı açabilirler. Bu yüzden sonunda onlar yaşamlarına devam ederken, arzularına ulaşamayan, var oluş koşullarını bir bir yitiren Treplev ölürken Maşa ve Nina’ya ne olacağı belirsizdir.

Nitekim sonunda Nina bundan sonra ne yapacağını, ideal bir aktris olmanın gereklerini keşfetmiş gibi görünür ancak bu yapay bir umuttur. Çünkü hala Trigorin’in peşinde oradan oraya savrulmaktadır ve artık büyük oranda aklını da kaybetmiştir. Karalar giyen bunalımlı Maşa’nın da Treplev’i kaybettikten sonra yaşamına devam edebileceği akla pek yakın gelmez. Yaşamına devam eden, arzularını gerçekleştiren diğer oyun kişileri finalde tombala oynamaktadır. Oyun oynamak burada çok önemli bir olgu olarak karşımıza çıkar. Yaşam, içinde küçük oyunları barındıran koca bir oyundur ve insan ancak kendine ve başkalarına oyun oynayarak var olabilmektedir. Gerçekleri görerek yaşamak zordur çoğu zaman. Oyun oyalayıcıdır, nitekim Irina ve Trigorin arasındaki ilişki de bir çıkar oyunudur aslında. Treplev’in ölüm gerçeği karşısında Irina ve diğerleri tombala oynayarak sürdürmektedir yaşamını, gerçekten oyunlarla kaçılır. Trigorin ve Irina var oluşlarının anlamsızlığından bir çıkar oyununa sığınarak kaçmışlardır. Bu anlamda oyunun finalindeki tombala oyunu sahnesini, gerçek düzleminde, içeride cereyan eden Treplev’in ölümüyle birlikte düşündüğümüzde rastlantısal olmayacak bir dizi derin düşünceye ulaşırız.

Metnin bu çok yönlü ve zengin anlamlarını, sahnelemeyle buluşturmak kolay bir iş değil, oyun adeta insanın varoluş sorununu arzu kavramı ekseninde farklı perspektiflerden tartışan felsefi bir metin niteliğinde. Bu nedenle sahnelemede bunları seyirciye iletmek ayrı bir önem taşıyor. Bu sahnelemede söz konusu düşüncelerin iyi bir reji ve dramaturji çalışması yapılarak iletilebildiğini düşünüyorum. Öncelikle yönetmen ve dramaturgun bütün bunları etraflıca düşündüğü sahnelemeden anlaşılıyor.

Bu çerçevede çok basit ve işlevsel bir dekor kullanımı olduğunu ifade etmekle söze başlamak gerekir. Tahtalarla, banklar, sandalyeler, masalarla gerektiğinde dış mekan gerektiğinde iç mekan algısı yaratabilen bir dekor söz konusu. İlk sahnede göl kenarında olduğumuzu hissettirmek adına duvarlara yansıtılan mavi, oynak ışıklar; akşam olduğunu hissettirmek adına da yavaş yavaş yükseltilen ay görünümleri hem çok estetik hem de anlamlı… Beyaz, mermer görünümlü dekor parçası dış mekanda kah sahne yükseltisi kah mezar olarak kullanılırken iç mekanda birdenbire Treplev’in masası haline gelebiliyor; dış mekanda bank olarak kullanılan tahta oturaklar iç mekanda birer kanepeye dönüşebiliyor. Bu anlamda dekoru çok beğendiğimi, yalın, estetik ve işlevsel bulduğumu belirtmek isterim. Gerçekçi tiyatronun önemli örneklerinden olan Çehov’un Martı’sında, en çok düşündüren ve gerçeğe uygun olması beklenen dekor sorunu bu sahnelemede çok zekice çözümlenmiş.

Reji-dramaturji anlamında çok yaratıcı buluş ve katkılar söz konusu. Oyundaki her sahnenin, karakterlerin donmuş bir fotoğrafıyla açılıyor olması, bu fotoğrafların da içerikle bir ilişki sunması çok güzel bir katkı olmuş. Ama son sahnede böyle bir fotoğraf sunma yoluna gidilmemiş, bunun nedeni pek anlaşılmıyor. Son sahnede de bir fotoğraf sunulsaydı bütünlük ve estetik anlamında daha iyi olurdu. Bir başka önemli katkı da oyunun ilk ve son sahnesinin aynı olması… Genel olarak metne sadık bir sahneleme yapılmış olmakla beraber, oyunun ilk ve son sahnesi reji müdahalesiyle oluşturulmuş. Mezarın başında oturan Maşa’ya “Neden hep böyle karalar giyersin?” sorusunun sorulması ve “Hayatımın yasını tutuyorum.” cevabının alınmasıyla başlayan oyun, Treplev’in ölüm haberinin ardından onun mezarı başında aynı sahneyle son buluyor. Bu diyalog oyunun en etkili ve anlamlı sözlerinden olup bu şekilde vurgulanması çok çarpıcı, öte yandan bu tercih baş ve son anlamında sahnelemeyi bütünlüklü ve estetik kılarken, başta gösterilen Maşa’nın yası finalde Treplev’in ölümüyle anlamlı bir yere oturmuş oluyor. Bu bakımdan oyunun başı ve sonu akıllıca bir müdahaleyle değiştirilmiş, başlangıçta açılan çember finalde kapatılmış.

Oyunun son sahnesinden sonra verilen fotoğraf da çok anlamlı ve güzel olmuş. Bu fotoğrafta herkes Treplev’in mezarı başında, onun yasını tutarken Treplev arkada bir balıkçı ağına sarılmış olarak ayakta duruyor, Nina ise sahnenin kenarında oturmuş ufuklara bakıyor.  Burada Treplev’in görünümü ölmüş bir ruhu anıştırırken, Nina’nın geleceğe yönelik yapay umudu vurgulu hale getirilmiş, böylece karakterlerin son durumu da özetlenmiş. Oyunda heyecanla beklediğim sahnelerden biri martının vurulduğu ve doldurulduğu sahneydi, burada kullanılan martının gerçek olarak tercih edilmesi son derece önemli. Çünkü oyun her ne kadar gerçekçi olsa da vurulan, Trigorin’in isteğiyle, öyküsüne konu olduğu için içi doldurulan martı, Trigorin tarafından kanadı kırılıp, kullanılıp bir kenara atılan ve hatırlanmayan Nina ile özdeş olduğundan bu oyunun en anlamlı simgesi. Bu yüzden ölmüş martının gerçeğe yakın görünümü ve sonunda Treplev’in mezarı üzerine bırakılması çok doğru bir kullanım. Bir başka önemli sahne ise Nina’nın yıllar sonra Treplev ile konuştuğu sahne. Bu sahnede Trigorin’in orada unuttuğu bastonun Nina’nın o önemli tiradında bir muhatap gibi kullanılması da hem işlevsel hem de Trigorin’i hatırlatıcı bir nesne olarak anlamlı hale gelmiş.

Bu çerçevede reji-dramaturji bakımından çok işlevsel, anlamlı, estetik, metnin anlam evrenini iyi iletmeyi başaran bir sahnelemeyle karşı karşıya kalıyoruz. Ancak aynı şeyleri oyunculuklar için söylemek ne yazık ki olanaksız. Özellikle de başkarakterler olan Nina, Treplev, Trigorin ve Irina’yı canlandıran oyun kişileri, oyunun gerektirdiğinin aksi yönünde son derece abartılı oyunculuklar sergilemiş. Aynı şeyi doktor ve Sorin için de söylemek mümkün. Öyle ki Nina’nın ilk sahnede oyun içindeki oyunda sergilemesi gereken oyunculuk yapmacık bir nitelik taşımalıdır. Ama Nina’yı oynayan oyuncu tüm oyunda zaten o kadar aşırı ve yapmacık bir tonda oynuyor ki bu ilk sahne oturması gereken yere oturmuyor. Aynı şekilde Treplev karakterinin gelgitlerini, karakteri canlandıran oyuncuda bulmak mümkün değil. Başkarakterlerin oyunculuğunun bu yanlış görünümü nedeniyle yan karakterler öne çıkmış. Özellikle Maşa rolünü canlandıran oyuncu yalınlığıyla, derininde yaşayıp bedenine taşıdığı gizli hüznüyle, küçük oyunculuğuyla büyüyüp alkışı hak ediyor. Madvedenko, kahya, kahyanın karısı rolündeki oyuncular da oldukça başarılı. Oyunu izlediğimde bütündeki reji-dramaturji çalışmasının, metinden sahneye taşınan zengin düşünce ve duyguların başkişilerin oyunculuğu nedeniyle görünmezleşmesi kaygısına kapıldığımı söyleyebilirim.

Son tahlilde reji, dramaturji, dekor, aksesuar, müzik, duygusal ve düşünsel zenginlik bakımından çok şeyler bulabileceğimiz, genel olarak izlenmeye değer bir Martı sahnelemesi Bursa Devlet Tiyatroları Ahmet Vefik Paşa Sahnesi’nde izleyiciyi bekliyor. Hayatta kendini bir şeylere adamış, arzularını var oluş koşulu olarak görmüş, onlara ulaşmış ya da ulaşamamış herkese, bu oyunun hala söyleyeceği çok şey var…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Banu Çakmak Duman

Yanıtla