[Ömer Faruk Kurhan’ın kişisel bloğunda yayınladığı, Engin Ardıç’ın “Halkçılığı Öğrenin Halkçılar” yazısı, ‘Rosenbergler Ölmemeli’ oyunun gösterimden kaldırılması olayınının yarattığı tartışmalar ve bunun tiyatro ortamına yansımasını değerlendirdiği son yazısını okuyucularımızla paylaşıyoruz.]
Engin Ardıç zaman zaman tiyatromuzun hal ve gidişatı üzerine de yazan, popüler bir köşe yazarı. Bazı arkadaşlarımın yönlendirmesi üzerine yazılarını okuduğum olur. Yazıları eğlendiricidir, çünkü sert bir mizahi üslupla, düşünsel sığlığa düşmemeye özen göstererek yazar.
Onun da yumuşak karnı kadınlar ve özellikle feministler. Bu, yazılarına düzenli bir şekilde sinen ve bazen hızını alamayan maçoizminin ürettiği ciddi bir yan hasar. Kendisi “izmlere” sığmama iddiasında olsa bile, düşünce dünyasında Türk tipi liberal düşünce (ve de seçkincilik) alanında hiciv çeşitlemesini yapar. Düşünce sahibi olduğunu, argüman üretebileceğini hissettirir, bazen de açıkça gösterir.
Yakın zamana kadar diğer liberal entelektüeller gibi onun da eli oldukça güçlüydü; çünkü AKP hükümeti oy tabanını çeşitleyebilecek şekilde liberal çevrelerle bir uzlaşma zemini yaratabiliyor, birlikte ortak hedeflere kilitlenebiliyor ve aralarındaki al gülüm ver gülüm ilişkileri devam edebiliyordu. Artık durum bu değil: Eleştiri oklarını AKP hükümetine ya da Başbakanı bile zor durumda bırakan Gülen cemaatine yöneltmediklerinde, Türkiye’de işlerin sanki daha bir faşizme doğru evrim geçirdiğini itiraf etmediklerinde, “liberal” kimlik yerini açıkça “Truva Atı”kimliğine bırakacak. Zor günler yaşıyorlar.
Mesela Engin Ardıç’ın Mimesis sitesinde okuduğum, kaynağı Sabah gazetesi olan yeni bir yazısında (“Halkçılığı Öğrenin Halkçılar”) tiyatroculara Brecht’in “Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi” adlı oyununu oynama tavsiyesinde bulunmuş. Bilindiği gibi bu oyun faşizmin resmen ve hile ile iktidara gelme sürecini, tarihsel olarak Hitler faşizmine referansla yapar. Ayrıca, seyircinin yaşadığı toplumda başına gelenlerle karşılaştırma yapması ve sonuçlar çıkarması açısından zengin bir sanatsal evren sunar. “Klişe” bir deyişle: Bugünün Türkiyesi için de güncel kabul edilebilecek bir oyundur.
Geçenlerde Ahmet Altan Taraf’taki köşesinde, Başbakan Erdoğan’ın medyadaki sunumunun giderek Ortadoğu’daki diktatörlere benzer bir hal almaya başladığını, bunun ya kendisinin ya da birlikte çalıştığı halkla ilişkiler uzmanlarının ya da her ikisinin eseri olduğunu belirten sert bir çıkış yapmıştı. Yani Başbakanın hal ve gidişatı Arturo Ui’ye, tarihsel bir referansla Hitler’e benzemeye başlamıştı. Engin Ardıç AKP’ye ve Başbakana toz kondurmaz; bu memlekete çok bile demeye getirir. Fakat ona muhalefet edilecekse, en azından Brecht mertebesinde olmayı başarmak gerekir, yoksa kaleminin gazabından kaçmak imkân dâhilinde olmaz.
Engin Ardıç’ın “Halkçılığı Öğrenin Halkçılar” yazısı, bir kez daha toplum mühendisliğini esas alan, halkını tanımaktan aciz sol ve Kemalist entelektüel camiayı, özelde tiyatrocu kesimi hicvetme üzerine kurulmuştu. Örnek alacaksanız, Fransa’da ulusal halk tiyatrosu denilince akla gelen ilk isim olan komünist Jean Vilar’ı örnek alın diyordu. Bir de, güncelliğini yitirmiş gibi görünen bir tartışmaya referansla, “… vatanları Amerika’ya ihanet etmiş birtakım Sovyet nükleer casuslarının reklamını!” yapmayın diyordu. Kast edilen İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bir süre sahnelenen, daha sonra gösterimi durdurulan “Rosenbergler Ölmemeli” oyunuydu.
Belli ki Engin Ardıç, bu oyun nedeniyle İstanbul Şehir Tiyatroları ve sanatçılarının içine düştüğü güç durumu yeri geldikçe anmadan edemeyecek. Bir yandan da “Arturo Ui’yi” oynasınlar diyerek ne kadar hür düşünceli olduğunu gösterecek: “Tam da turizm mevsiminin başında greve kalkışarak iktidara kazık atma girişiminde bulunan sendikacı arslan parçaları, ne duruyorsunuz, bir tiyatro kursanıza! / Belediyeyle papaz olan sanatçıları da böylece bağrınıza basarsınız. Ben olsam ilk oyun olarak bir “Arturo Ui” oynarım, hükümete kılçık…”
Bu satırları okuduğumda, son zamanlarda çokça yaşamaya başladığım gülme krizlerinden birisine daha yakalandım. Engin Ardıç çok doğru söylüyor. Mesela sendikaları anarko sendikalizm temelinde ve kültür sanat (dolayısıyla tiyatro) evrenini içerecek şekilde yeniden yapılandırma önerisi çok yerinde. Benim 2001-2006 arasında İstanbul Eğitim Sen’de, bazı arkadaşlarımın da desteğini alarak bu yönde girişimlerim olmuş ve fakat fena halde 1) sendika bürokrasisi, 2) konuyla ilgili sendika üye tabanı kararsızlığına çarpmıştım. İlginçtir, Engin Ardıç’ın varsayımının aksine, her ne kadar 1970’lerin ruhunu taşıyor görünseler de, aslında sol sendikalarımızın liberal bir yeniden yapılanmayı yaşadıklarını, zorlu geçiş sürecinde fena ve çarpık bir şekilde “liberalize” olduklarını gözlemlemiştim.
Engin Ardıç’ın farkında olmadığı durum da bu: Beğenmediği, tepkiselliğini gemleyemediği 1970’lerin ruhunu taşıma iddiasındaki sola daha yakın bir konumda, ama AKP hükümetine yaklaşım ve destek noktasında yaşanan ayrışmalar gözünü kör ediyor. Bu ayrışmayı, antika değeri bile olmadığını iddia ettiği jakoben Türk solu ile liberallerin ayrışması zannediyor. Bu yanılsamanın oluşmasında uzun süre CHP’nin askeri darbe projelerinin peşine takılması ve MHP ile birlikte bir ara rejim döneminin yönetimine aday olması büyük bir rol oynadı. Oysa ayrışmayı liberal eksen ve onun etrafında nasıl konum alınacağı belirliyor. Engin Ardıç liberalizmin daha sağında konum alıp, solundakilerle kapışıp duruyor.
Kendisi ne kadar farkında bilemiyorum: Ne yazık ki neoliberalizm, liberalizm içinde ayrışmalara neden oluyor, çünkü orta sınıf katmanları içinde de ciddi huzursuzluklara neden oluyor. Bu nedenle, liberalizmin bir sol kanadı her zaman olacak. Söz gelimi Brecht’in “Arturo Ui”sini oynamak için mutlaka komünist olmak gerekmiyor, ama asgari bir sol bilince gereksinim olduğu kesin. Bunu biliyor ve bu nedenle “Ben olsam ilk oyun olarak bir “Arturo Ui” oynarım” demek zorunda kalıyor.
Bu yazı burada bitebilirdi, ama yeri gelmişken ve gecikmeli olarak şu “Rosenbergler Ölmemeli” tartışmasına ben de dâhil olup düşüncelerimi söylemek isterim.
“Rosenbergler Ölmemeli” bir oyun olarak niçin bu kadar popüler oldu? Tabii ki adil olmadığı ayyuka çıkan yargı süreçlerine bir yanıt oluşturduğu için. Oyunu oynayan İstanbul’da ana akım tiyatronun önde gelen temsilcisi İstanbul Şehir Tiyatroları olunca, halkın oyunla buluşması dünyanın en kolay işi haline geldi. AKP hükümeti boşuna bu tiyatroyu denetim altına almak için uğraşıp durmuyor.
Ayrıca, Türkiye’de bu konuda yazılmış oyunlar yok. TC devletinin kuruluşuna damgasını vuran İstiklal Mahkemeleri’ni ya da mesela ünlü komünist tevkifatlarını, belgesel titizliği de içerecek şekilde konu alan oyunlar yazılmamış. On yıllar boyu çok sıkı denetim altında tutulmuş politik tiyatromuz bu bakımdan oldukça kurak bir görünüm arz ediyor. Bu nedenle imdada, mesela “Rosenbergler Ölmemeli” yetişiyor, ister istemez.
Yakın zaman önce yaşadığımız hararetli “Rosenbergler Ölmemeli” tartışmasının iki farklı boyutu var. Birincisi telif hakları ile ilgili. Sorunun bu kısmının kaynağında, belli ki, çeviri eserin telif hakkına sahip ajansın ciddiyetsizliği ve ticari kaygıları var. “Yazar bu eserin oynanmasına izin vermiyor” diyememiş ya da deme bilgisine bile sahip değil. Fakat bir ajans skandalı, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın skandalı gibi gösterilmek istenmiş.
Oyunun yazarı Alain Decaux’nun oyunun okunmasına değil de oynanmasına izin vermiyor oluşu ayrı bir muamma. Yazarın bu eserin oynanmasına getirdiği yasak için gerekçesi ne? Bu konuda bir netlik yok. Sadece böyle bir yasağın olduğunu ve çok büyük ihtimalle, oyunun belgesel niteliğinin aşındığını, yazarın da bu nedenle oynanmasına izin vermediğini söyleyebiliyoruz. Yazarın derdi ne, ne demiş, bu konuda elde hangi belgeler var gibi zahmet isteyen gazetecilik tarzı out, internet kolaycılığı alabildiğine in olduğu için, bu nokta karanlık kalmış ne önemi olabilir ki?
Skandalı patlatan Hadi Uluengin’in “Ben duymuştum … sonra baktım internete … doğruymuş” şeklindeki “gazetecilik” başarısı kılavuz olunca, okurlara da kargalardan feyz almak düşüyor. Bu vakada, kargalardan birisi de hiç kuşkusuz Engin Ardıç oluyor. Kendisi “vatan haini” etiketini kolaylıkla Rosenbergler’e yapıştırıyor ve oyunu İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneleyenlerin komik ve acınası duruma düştüğünü iddia ediyor.
Gören Engin Ardıç’ın milliyetçi bir Amerikan vatandaşı olduğunu zannedecek. Oysa milliyetçi bir Türk, kendi ülkesindeki bir casusluk faaliyetini “vatan hainliği” olarak kabul eder. Hatta, ABD dâhil yabancı ülkelerdeki Türk casusluk faaliyetlerini “vatan hainliği” değil, “vatan severlik” olarak kabul eder. Yapılamıyorsa, muhtemelen bunu milli bir zaaf olarak kabul eder. Milliyetçilikten uzak kalmayı tercih edenler ise, casusluk faaliyetlerine başka bir anlam ve önem yüklerler.
Bizde, Türki tipi liberalizmin ithal ikameci özelliği zaman zaman çokça sırıtıyor ve iş kendini ABD milli çıkarları ile özdeşleşmeye kadar vardırabiliyor. Engin Ardıç ve Hadi Uluengin ithal ikameci, özenti eğilimini çarpıcı bir şekilde dışa vuran bir liberal çeşitlemenin tipik örneklemeleri. Kaş yapacağım derken, göz çıkarıyorlar.
Konunun tiyatro sanatını ilgilendiren boyutu, eserin telif hakları ile ilgili bölümü değil. Mesela, kazanç perspektifi içermeyen amatör tiyatroların telif hakları yasaları tarafından kuşatılması doğru kabul edilmez. Çünkü oynadıkları oyundan kâr elde edip geçimlerine harcamadıkları varsayılır. Bir amatör topluluk çıkıp “Rosenbergleri” sahnelese, yazar oyunun oynanmasını yasaklamıştı, oynayamazsınız çıkışı duvara çarpardı. Ancak yazara rağmen niçin oyunu oynadıkları tartışılırdı. Her tarafıyla tiyatro sanatını ilgilendiren mesele, oyunun iddia edildiği gibi belgesel değerinin aşınıp aşınmadığı, aşınmışsa en azından değiştirilmeden oynanmasının doğru olup olmadığıdır.
Bu konuda iki savunma hattının inşa edildiğini tespit etmek mümkün:
1. Rosenbergler davasına ilişkin Alain Decaux metninin belgesel değerinin aşınmadığı, dolayısıyla yazara rağmen oyunun bu şekilde oynanabileceği.
2. Oyunun belgesel değeri aşınmış olsa bile, tiyatronun tarih yazımı yapmadığı, hayali bir dünya yarattığı, dolayısıyla oynanabileceği.
Basit bir nedenle ikinci savunma hattının kolaylıkla çökeceği söylenebilir. “Rosenbergler Ölmemeli” tarihi ve belgesel bir oyun olma özelliğine sahiptir, yani serbest bir şekilde Rosenbergler davasından esinlenmiş bir eser değildir. Bu savunma hattında kalındığında, demagoji üretmek kaçınılmaz hale gelir ve tartışma absürtleşir.
Birinci savunma hattı daha güçlüdür. Çünkü şunu iddia edebilirsiniz: Belki de yazar ilerleyen yıllarda dünya görüşünü değiştirmiş ve hiç de kuvvetli olmayan “belgelere” itibar etmeyi tercih ederek yazdığı oyunu mahkûm etmiştir. Unutulmamalı: Eser eşittir yazarı ya da yaratıcısı, değildir.
Bu noktada devreye girmesi gereken gazetecilik ve tarihçi bilgisidir. Yazılıp çizilenlere bakıldığında, tartışmanın derinlik kazanamadığını söyleyebiliriz. Bunun nedeni basit: Aslında konuyla ilgili olarak, öncelikle gazeteci ve tarihçilerin çıkıp bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Tiyatro alanında bu ilişkiyi sağlamak üzere dramaturgların ya da dramaturji çalışmasının ve eleştirmenlerin aracı bir rol oynaması gerekir. Fakat belli ki, tiyatromuz fiiliyatta böyle bir birikimin sahibi olduğunu pek gösteremiyor. Bu da meselenin daha fazla magazin ve dedikodu kulvarına mal olmasına neden oluyor.
Nihayetinde, Rosenbergler konusunda hiç de gazetecilik yapmamış Hadi Uluengin ya da Engin Ardıç’lar, neredeyse Amerika’nın Türk basınına sızdırdığı milliyetçi ABD “casusu” duyarlılığı ile söylem kurabiliyorlar. Yine de kurdukları söylemin bir faydası olduğunu ve eserle ilgili çok gecikmiş bir tartışma başlattıklarını teslim etmek gerekir. Hiçbir şekilde derinliğin adresi değiller, karşı propaganda güdüsüyle hareket etmişlerdir, ama tartışmayı zorlamışlardır.
“Rosenbergler Ölmemeli” oyunu belgesel olarak zaaf içeren bir eser mi? (Evet, zamanında ben de bir şeyler duymuştum 🙂 İstanbul Şehir Tiyatroları oyunu oynamaya başlayınca, bir şekilde gündeme geldi. İyi de oldu. Kanaatim odur ki, Rosenbergler hakkındaki casusluk iddiaları, öyle bir çırpıda kenara bırakılabilecek iddialar değil, ama bu konuda esas olarak gazeteciler gazeteciliklerini, tarihçiler de tarihçiliklerini yaparak çıkıp bir şeyler söylemek durumunda.
Emin olduğum nokta şu ki, Rosenbergler davası kesinlikle adil olmayan yargının, muhalefetin sindirilmesi amacıyla hukukun siyasallaştırılmasının tipik bir örneğiydi. Tiyatro sanatı açısından Rosenbergler’in bir şekilde casusluk faaliyetlerine bulaşmış olmaları, fakat yine de sonuna kadar adil olmaktan uzak bir yargı süreci sonucunda ölüme mahkûm edilmeleri, çok daha ilginç ve üretici sonuçlara gebedir. Çünkü, Rosenbergler’in mutlak “masumiyeti”, vakayı dram sanatı açısından zorlayıcı bir sınav ve araştırma olmaktan çıkarmaktadır.
EK:
Bu sezon İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Rosenbergler Ölmemeli” dramaturjisine yön veren mutlak masumiyet varsayımı yerine, durumun biraz daha karmaşık olduğunu belirten Türkçe bir yoruma, tesadüfen rastladım. Yorumun sahibi Mehmet Atak; Birikim dergisinin Kasım 2010 sayısında şunları söylemiş:
“… Rosenbergleri hatırlayalım … Ethel ve Julius Rosenberg McCarthy’nin “cadı kazanı”nda canlarını veren ilk Amerikan vatandaşlarıydı, SSCB adına casusluk yapmak ve nükleer silah sırlarını Sovyet ajanlarına vermekten Amerikan yargısı tarafından “suçlu” bulunup elektrikli sandalyede idam edilmişlerdi. Zaman Ethel’in hiçbir zaman casusluk yapmadığını, Julius’un ise casusluk yaptığı ama canının alınmasının sebebi nükleer sırları sızdırmakla alakası olmadığını gösterdi. Yevgeni Yevtuşenko “Adalet, hemen her zaman rötar yapan bir trene benzer” diyor da bu rötarların telafisi olmuyor. Canla mukayese olmaz ama bu rötarın diğer bedelleri de telafi edilemiyor.”
Bu yorum, Rosenbergler davasının adil bir yargının konusu olmadığının altını çizer. Mutlak masumiyet imgesinin karşı kutbunu oluşturmak ve onların “vatan hainliğini“ ilan etmek üzere harekete geçen Engin Ardıç ve Hadi Uluengin çizgisinden hayli farklılaşır. Bir yandan mutlak masumiyet varsayımına dayalı yoruma direnir; öte yandan adil yargılama talebi karşısında saldırganlık örgütleyen propagandaya karşı net bir tavır alır.