Ömer F. Kurhan
Tiyatro eleştirmeni Yaşam Kaya, Birgün gazetesinde yayınlanan ve oradan Mimesis sitesine taşınan “Keşanlı Ali Ne Zaman Kürt Cemali Olacak” yazısında, Haldun Taner’in yazdığı ve Türk tiyatrosunun en önemli eserleri arasında olduğu kabul edilen “Keşanlı Ali Destanı” adlı oyununun asimilasyon ve oto sansür süzgecinden geçirilerek adlandırılmasına itiraz ediyor. Bir de öneri yapıyor: “Keşanlı Ali” yerine “Kürt Cemali” denilsin. Ayrıca, bu eleştiri ve öneriyi yaparken amacının polemik yaratmak olmadığını ekliyor: “Oyun üzerinden ‘etnik’ tartışmalar, kavgalar açmak niyetinde değilim.”
Yaşam Kaya Türkiye’de zaman zaman Kürt tiyatrosuna dikkat çeken ve bu tiyatrodan çıkan bazı ürünlerin profesyonel oyun yarışmalarından ya da ödüllendirmelerden muaf tutulmasına itiraz eden çıkışlarıyla bilinen bir tiyatro eleştirmenidir. Bu tavrına ek olarak “Keşanlı Ali” değil, “Kürt Cemali” denilsin önerisini yapması, Türk tiyatrosunu Kürt meselesiyle yüzleşmeye çağırması olarak okunabilir.
Haldun Taner vefat ettiği ve isim değişikliği önerisi karşısında ne diyeceği ancak spekülâsyon konusu olabileceği için, önerinin hayata geçirilmesi pek mümkün görünmüyor. Tek başına oyunun tanıtımında Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı”nı yazarken Kürt Cemali vakasından hareketle ya da etkilenerek oyunu yazdığının vurgulanması bile önemli kabul edilebilir. Elbette bu vurgu, oyunun asimilasyon siyasetine kuvvet kazandıran bir otosansür süzgecinden geçerek şekillendiği gerçeğini değiştirmez.
Bildiğim kadarıyla, “Keşanlı Ali Destanı”na damgasını vuran asimilasyon ve sansür gerçekliğini açıkça ve eleştirel bir bakış açısıyla dillendiren kişi tarihçi Ayşe Hür’dür. Yıllar önce bu gerçekliği Taraf gazetesinde yazdı. Peki, bu ifşa eylemi Türk tiyatrosunun Kürt meselesine yaklaşımını ciddi bir tartışma konusu haline getirebildi mi? Sorunun yanıtı kocaman bir Hayır’dır. Bu durumda, Haldun Taner’in yazdığı bir oyunun sahip olduğu olumlu imgeyi sorgulamaya itecek bir asimilasyon ve otosansürün de konusu olduğu gerçeğini tartışamayan tiyatrocuların demokratik ve adil bir “halkların kardeşliği” ya da “entegrasyon” hareketine katkı sunması beklenebilir mi?
Kürtlerin şöyle bir şikâyeti var: Galiba yüzleşmeyi ve barışı sadece biz istiyoruz. Daha gerçekçi bir tespit şu olabilir: Kürtler (“Kürt kökenli” olmakla yetinmeyen Kürt halk kesimlerini kastediyorum) hem savaşıp hem barışmak gibi bir açmazın içindeler. Sivil siyaset kanallarını geliştirmeye kalktıklarında, sonuç şu kadar bin insanın hapishanelere doluşturulması oluyor. Bu açmazın barış lehine ortadan kalkması doğal olarak Kürtleri aşıyor. Barış talebinin somutlaşması Türkiye’nin tamamına yayılacak bir barış hareketinin inşasına bağlı. Bu noktada tiyatrocuların dönüp tarihleriyle yüzleşmelerinin, tiyatro cephesinden sanatın barışa hizmet edebilmesi için önkoşul olduğu söylenebilir.
Durum bu olmayınca, siyasetçisiyle tiyatrocusuyla Kürtler de absürt konumlara sürüklenebiliyorlar. Örneğin: “Buzlar Çözülmeden” oyunu Kürtçeye çevrilip Kürtlerin gayri resmi başkenti Diyarbakır / Amed’de sahnelendiğinde, oyunu kuşatan Atatürkçü dramaturji ve misafir yönetmen Haldun Dormen’in Kürtlere Atatürk sevgi / saygısı aşılama amaçlı kültürel politiği, yüksek siyaset arayışlarının tuhaf bir dışavurumu olarak Kürtçe tiyatro üzerinden de örgütlenebiliyor. Bu tip kontrollü beyaz sayfa açma girişimleri, Türkler adına gerekli olan yüzleşmeyi önemsizleştirme ve Kürtler adına alt kültürcü karmaşayı besleme sonuçları doğuruyor.
Yapılması gereken belli: Nasıl ki Ayşe Hür çarpık Kürt algısını değiştirmek ve tarihi gerçeklere yaslanmak adına bir çalışma yürütüyorsa, tiyatroya odaklanan benzer bir çalışmanın da yürütülmesi. Hali hazırda Kürt tiyatrosu ile Türk tiyatrosu arasındaki ilişki geçmişin yükünden ve kaygılarından kurtarılabilmiş değil. “Buzlar Çözülmeden” örneğinde görülebileceği gibi, olumlu ilişki geliştirelim derken de ciddi arızalar meydana gelebiliyor.
Yaşam Kaya “Oyun üzerinden ‘etnik’ tartışmalar, kavgalar açmak niyetinde değilim” derken haklı görülebilir. Gerçekten de etnik indirgemeye dayalı tartışmalar bir yere kadar açıklayıcı olabiliyor. Dogmaya dönüştüğünde, daha açıklayıcı ve yol gösterici olabilecek çözümlemelerin önünde engel oluşturmaya başlıyor. Bu dogmanın oluşmasında ise, 1) Türk tiyatrosunun egemen bir eğilim olarak asimilasyoncu geçmişiyle yüzleşmeme ve hatta bu geçmişi koruma direnci, 2) Kürt tiyatro çevrelerinde yaygın ulusalcı tepkisellik ve çeşitli biçimlerde içerden örgütlenen oryantalizm çok etkili.
Son on yılda tabii ki önemli kırılmalar meydana geldi. Öte yandan her seçim döneminin ardından döngüsel olarak sahnelenen “teröre karşı savaş”, bu kırılmaların toplumsallaşıp normalleşmesini engelliyor. “Önce PKK terörü bitirilecek sonra çalsın sazlar…” şeklinde cereyan eden demokratik açılım tutulması, tiyatro alanında Kürt meselesiyle yüzleşmeme eğilimine güç katma, daha da kötüsü normalleştirme işlevi görüyor.
Şahsen AKP hükümetinin “Dağda şahin, ovada güvercin” şeklinde formüle ettiği yeni savaş konseptinin yüzleşme ve tavır alma önünde bir engel oluşturduğu düşüncesine sahip değilim. En iyi ihtimalle barış ortamını beklemek ve meselenin etrafında dolaşıp durmak Godot’yu beklemekten farksızdır. Dönemin ruhu adına absürt gerçekliğin yaygınlığından kuşku duymuyorum. Mesele absürtleşmenin bir ön kabule dönüşmesini reddedip etmemekte. Godot gelmeyecek; tiyatrocular da ya çeşitli biçimlerde absürdizmi çeşitleyip çoğaltma ya da aklını başına toplama adına gayet toplumsal olan sorumluluklarını ciddiye alma seçenekleri ile karşı karşıya.
Aradan şu kadar yıl geçtikten sonra 2000’li yıllara gelindiğinde, “Keşanlı Ali Destanı” asimilasyon siyasetine kuvvet kazandıran bir otosansür süzgecinden geçmiştir” tespitini yapmak, yüzleşme çağrısına yanıt verildiği ölçüde yapıcı bir anlam ve önem kazanır. Öbür türlü, absürdist direncin örgütlediği inada bir kanıt teşkil etmekle kalır.