Barış Yıldırım
Nihat Asyalı’nın oyunu ‘Rab Şeytana Dedi Ki’ Eski Ahit ve Antik Yunan’dan iki mitosu aynı sahnede yeniden üreterek insanın bilmediği güçler karşısında teslimiyet duygusunu soruşturuyor. Ancak dramatik yapı bir türlü kotarılamadığı için bu soruşturmanın kendisi soruşturulmaya muhtaç.
Ankara’ya “beyaz ipek gibi” pürüzsüz, yavru köpek gibi yaramaz bir kar yağıyor. Sokaklar çok güzel ve berbat halde. İnsanlar arabaları, taksileri kaldıkları yerde bırakmış, bulvardan aşağı yürüyorlar. Bense onların tersine, adımların altında sertleşip buzlaşmış karda kaymamaya, daha doğrusu –zira zaten sürekli kayıyorum– kaydıktan sonra düşmemeye çalışarak Akün’e. Nihat Asyalı’nın yazdığı Bozkurt Kuruç’un yönettiği Rab Şeytana Dedi Ki’yi izlemeye.
Oyun kar yüzünden 10 dakika gecikmeyle başladı. Sahnenin seyirciye göre solunda Eski Ahit peygamberi, sabrıyla meşhur Eyüp ve karısı, sağında her seferinde geri düşecek olan bir kayayı tepeye sürükleyen Sisyphos var. Arka ortada ise mütevazı bir orkestra çalıyor. Dörder oyuncu ve müzisyenin yanı sıra dokuz dansçı da performansı teşkil eden ‘ansambl’ın parçası.
Güven Öktem’in dağları andıran tahta perdelerden oluşmuş dekorları sahnedeki mitsel havanın altını çizerken Esra Selah’ın ödüllü kostümleri performansın karnavalesk neşesini yansıtmaya odaklanmış. Deneyimli tiyatro bestecisi Cem İdiz’in müziklerinin de mitin, karnavalın ve bazen de hüznün elbirliğiyle ortaya çıkardığı atmosfere katkısını sunması bekleniyor, ama ne yazık ki, gerek resitatif kısımlarda gerekse şarkılarda akılda kalıcı, doğal ve sağlam melodik yapılar oluşturmaktan uzak kalıyor. Ancak Cihan Yöntem’in dans düzeni, icra aşamasında pürüzsüz değilse de, koreografide güçlü bir uyum yaratıyor.
Ancak bana kalırsa performansın performatif yönü ne müzikte, ne dansta; “beceri sergileme” diyebileceğimiz bir şeyde. Gerçi bir bağlama oturmuyor ama Eyüp’ün (Buğra Koçtepe) birden saksafon çalmaya başlaması ilginç bir sürpriz. Ama asıl virtüöziteyi genç velâkin deneyimli oyuncu Durukan Ordu sergiliyor. Oyunun kurucusu ve bir anlamda başkahramanı Şeytan’ı oynadığı için normal bu. Durukan, nalçalı ayakkabılarıyla karmaşık ritimler ortaya çıkararak, sırtına asılı gitarıyla şarkılarına eşlik ederek, dans ederek, şarkı söyleyerek, hatta bazen orkestrayı yöneterek dört başı mamur bir seyirlik figür yaratıyor.
Oyun, bu mahir oyunculuğun yanı sıra Asyalı’nın metni ve Kuruç’un rejisiyle de ödüllere layık görülmüş. Süreyya Karacabey geçtiğimiz günlerde Haber Fabrikası’nda yayımlanan bir yazısında ödül kurumunu tartışıyor ve “ödül mekanizmalarının tuhaf bir enflasyon içinde kendi anlamını azaltmasından” bahsediyordu (http://goo.gl/bEaIb). Bu oyunun aldığı ödüller bu eleştirinin kapsamına girer mi girmez mi ayrı bir tartışma, ama ben bu metnin her halükarda ödülden önce çok sıkı bir eleştiriye muhtaç olduğunu düşünüyorum.
Dramatik “Çekişme”?
Asyalı’nın iki mitosu da oldukça “serbest” (aslında keyfi) bir şekilde kullandığı metne göre Şeytan, tanrılarla (tek tanrılı dinlerin tanrısı ve Zeus ile) girdiği iddia sonucu Eyüp’ü ve Sisyphos’u acılara gark etmiştir. Asyalı, bu yapıyı kurmak üzere Yeni Ahit’ten Lucifer’i Yunan Mitolojisi’ne, şeytan figürünü de Sisyphos mitosuna ihraç etmiş.
Şeytan, iddiayı kazanmak için Eyüp’ü tanrıya isyan etmeye, Sisyphos’u da Zeus’a boyun eğmeye ikna etmelidir. (Neden? Hangi mantıkla? Bu soruyu zaman zaman karakterler de sorar, ama oyunun mantığındaki her aksamaya, yazarın özeleştirisi diyebileceğimiz bir tavırla yöneltilen her makul soru “Neyse, bunları geçelim, işte öyle,” vb. sözlerle geçiştiriliyor.)
Şeytan, Eyüp’ü ikna etmek için tanrıyla girdiği iddiayı anlatır, Sisyphos’u ikna ederken ise onun kadınlara olan zaafını, özelde Eyüp’ün karısının aşkını kullanır. İlk etapta ikisini de ikna etmiş gibidir. Ama sonra Eyüp birden karar değiştirerek tanrısına döner (“birden”, dramatik lügatin bilmediği bir sözcüktür aslında), Sisyphos da teslim olursa kendisine âşık olan kadının saygısını kaybedeceğini gerekçe göstererek teslim olmaz. Eyüp mutlu olur, Sisyphos ölüler aleminde kalır. Sonunda Şeytan şu soruyu sorar, Eyüp gibi teslim olmak mı daha iyidir Sisyphos gibi direnmek mi?
Belli ki yazar arkalarda bir yerde durmuş sol gözünü kırpıştırarak Sisyphos’u işaret etmektedir: “Onu seçin, onu…” Ama mitoslardaki ideolojiyi olanca gücüyle yeniden üreten oyunun mantığı gereği, bu en saçma seçim olur. Tanrıya sığınan mutluluğa erişmiş, sığınmayan ise absürd bir çabaya mahkûm olmuştur. İsyan kendinde iyi bir şey değildir; bir kurtuluş umuduyla birlikte anlam kazanır. İsyan etmenin aslında iyi bir şey olduğuna dair bir şarkı iki replikle oyunun kurduğu bütün mantık nasıl aşılabilir ki?
Bu şekilde kurulması oyunu düşünsel ve mantıksal açıdan sakatlarken dramatik yapı biçimsel sorunlarla da Eyüp’ten beter yaralar içindedir. Bütün çatışmayı yürüten Şeytan’ın saikleri belirsizdir (Tanrıyla girilen iddia?), zaten ciddi bir çatışma da olmaz: “Şunu yap. Yapmam. Yap yap. Yok yok yapmayayım. Ya, yap bence. İyi bari yapayım,” basitliğinden hallicedir olup biten.
Yazar, mitolojik, tarihsel ya da güncel, hangi malzemeyi kullanırsa kullansın, kaynak öyküde geçen kişileri dramatik karakterlere dönüştürecek olan şey kişileştirme eylemidir. Oysa bizim Rab Şeytana Dedi Ki oyununda sahnede gördüğümüz, en basit özelliklerine indirgenmiş (Şeytan’sa kurnaz, Eyüp’se sabırlı, Sisyphos’sa mağrur vs.) figürler, kalıplaşmış tipler bile değil.
Diyaloglar ise müthiş bir ‘tahmin edilebilirlik’ sergiliyor. Sol Stein’ın ‘dolaylı (oblik) diyalog’ dediği şeyin tam tersidir bu; bu kolaycı yazımda her replik diğerine kilit-anahtar ilişkisiyle bağlıdır. “Nasılsın?” sorusunun tek cevabı “İyiyim, ya sen?”dir. (Bir de “Bu soruyu son 8 senedir sormuyordun,” cevabını düşünün mesela.)
Bu tahmin edilebilirlik sorunu bazen o raddeye varıyor ki, kişiler adeta sahnede sesli düşünmeye başlıyorlar. Çekişmeler sakız gibi uzuyor. Oysa dramatik olan çekişme değil çatışmadır. Asyalı’nın en temelde sağlam bir mantığa yaslanmayan fikrinin dramatik bir esere dönüşmemiş olmasının en başat nedenlerinden biri de bu gibi görünüyor. Hikaye, karakter ve diyalog yoksa, maalesef drama da olmuyor.
Halbank Kültür Sanat Sitesi’nde yayımlanan yazıdan Mimesis için uyarlanmıştır.
4 yorum
Genelde eleştirilere cevap yazma huyum yoktur.Bunu da bir cevap olarak kabul etmeyin ancak Barış Yıldırım’ın yazısında takıldığım iki küçük nokta var,yalnızca görüş bildireceğim.Müziklerde sağlam melodik yapının olmadığı ve üstelik akılda kalmadığından söz ediyor.Öncelikle (diğer bestecileri bilmem ama)ben hiçbirzaman akılda kalsın düşüncesiyle müzik yazmadım, eurovizyon şarkı yarışmasına katılmadığım sürece de yazmayacağım.Besteci,yorumunu,anlatmak istediğini düşünerek yazar.Akılda kalması ayrı konudur.Biraz da sübjektiftir,dinleyenin müzikal birikimine de bağlıdır.Oyunu izleyen yüzlerce seyircinin birçoğundan özellikle Şeytan’ın ve Final şarkısının nekadar akıllarıda kaldığına ve sürekli onları mırıldanarak çıktıklarına dair yazılı,sözlü yorumlar aldım.Buna notaları benden isteyip başka yerlerde çalmak isteyenler de dahil.Demek ki akıldan akıla fark var.Aslında almadığım tek eleştiri akılda kalıcılık idi,bu da oldu.Sağlam melodik yapı meselesine gelince tabii onu yazarın müzikal formasyonunu bilmediğim için şu an tartışamıyorum.Bu konu ciddi bir müzikal,teknik,tarihsel ve kuramsal(armoni,kontrpuan,müzikal form,enstrümantasyon,koral vb.) birikim gerektiriyor.Bunları bilmeden konuya yüzeysel bilgilerle veya duygularla girmemekte fayda var.Son olarak anlamadığım bir konu da yazarın, müziğini eleştirdiği dansı doğru ve işlevsel bulabimesi.Yanlış anlaşılmasın d ben de çok beğeniyorum ama o danslar bu müziğe yapıldı,bir başka deyişle o danslara bu müzik ilham verdi ve kaynak oldu.Koreograf dostum (Cihan Yöntem) benden tüm müziklerin kaydını alarak ve onları önce evinde uzun uzun çalışıp benimle sürekli iletişim halinde kalıp yorumuma yönelik düşüncelerimi sorarak çalıştı.Tüm bu uzun ön çalışmaların sonunda ekiple sahneye adım attı.Yani bu müzik olmasaydı o dans olmazdı dolayısıyla kötü müziğin dansı nasıl doğru ve iyi olabiliyor anlamış değilim.Çaykovski’nin “Fındıkkıran” balesinin müziği kötü ama balenin kendisi iyi demek gibi geliyor bana.Saygılar,
Cem İdiz
Öncelikle, müziğin akılda kalıcılığının öznel bir yorum olduğu konusunda Cem Bey’e katılıyorum, ama takdir edilebileceği üzere bu da benim öznel yorumum. Ne var ki Fındıkkıran balesinin müziği ile dansı aynı düzeyde olmak zorunda değil, bu yüzden besteci hanesinde Çaykovski’nin koreograf hanesinde ise farklı farklı koreografların adı yer alır ya. İyi dans iyi müziğe yapılır, kötü dans kötü müziğe yapılır, diye bir kural bilmiyorum ben.
Melodik yapının sağlam olmayışına ilişkin elbette uzun uzun tartışılabilir, Cem Bey’in bahsettiği bütün veçheler de tartışılabilir, ama -onun zaten bildiği bir şeyi- hatırlatmak isterim, melodi,müziğin “yatay” yönündür, art arda gelen müzikal tonların bu art arda gelişi üzerine bir tartışmadır. Dolayısıyla onu örneğin müziğin dikey yönü olan armoni, kontrpuan, orkestarsyon vs. bağlamında tartışmak zorunda değiliz. Cem İdiz’in müziklerini sahnelerden tanıdığım ölçüde çoğunlukla beğenirim, özellikle partisyonlarını, çoğu zaman da melodilerini başarılı bulurum. Bu örnekte bu başarıyı görmemek beni şaşırttı ya.
Son olarak, sahne müziğinde, özellikle şarkılı oyunlarda akılda kalıcılığın önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. Akılda kalıcılık derken de tiyatro binasından çıkarken bir iki melodik parçanın zihinde kalmasından değil, Cem Bey’in bahsettiği gibi başka yerlerde de çalınacak, çalınmak isteyecek şarkılar olmasından bahsediyorum. Yine dediği gibi, demek ki şarkıları iyi bulanlar varmış, ben onlardan değilim, ne diyebilirim ki?
Yazar işte bunu diyebilirdi.Genel bir doğruyu sunarcasına melodik yapı üzerine saptama yapmaya çalışmak yerine aynen cevabında olduğu gibi,bana göre deyip kişisel zevk ve algılayışıyla yazdığını belirtseydi ben asla görüş bildirmek gereğini duymazdım.Yatay dikey konusuna gelince uzatmaktan yana değilim ama dikeyliği (armoni) herşeyiyle belirleyen yataylıktır (melodi) dolayısıyla ikisi farklı değil tam tersine son derece homojen olup birlikte ele alınmaları gerekir.Fındıkkıran örneğiyle anlatmak istediğim hiç anlaşılmamış,yapabileceğim birşey yok.Sanırım konuya hakkettiğinden fazla zaman ayırdım,bukadarı yeterlidir.
Saygılar,
Cem İdiz
Haklısınız Cem Bey, gereğinden fazla zaman ayırıyoruz bu tartışmaya, çünkü tartışmayı ilerletemiyoruz bu şekilde.