Mehmet K. Özel
Yiğit Sertdemir kalabalıkları ne kadar ustaca yönetebileceğini geçtiğimiz Tiyatro Festivali’nde sahnelediği “İkiye Bölünen Vikont”ta kanıtlamıştı. Oyunun en yaratıcı fikirleri kalabalıkların tasarımına aitti; sesleriyle, hareketleriyle, ellerindeki objelerle.
Bu sezon prömiyer yapan İstanbul Şehir Tiyatroları yapımı “Surname 2010″da da Yiğit Sertdemir kalabalıkları ustalıkla “konuşturuyor”.
Oyunun en yaratıcı sahneleri İstanbulbazlara ait olanlar. Siyah kostümler içindeki “anonim kalabalık” slogan kelime ve cümlelerle; insana ait olan, olmayan, canlı varlık-cansız varlık ayırt etmeksizin her türlü sesle ve bazen ellerindeki objeleri mizansene katarak ama özellikle beden dilini kullanarak İstanbul insanının, şehrinin ve yaşamının portresini çiziyorlar.
İstanbulbazları seyretmek müthiş keyifli; gözünüze, gönlünüze ve aklınıza hitap ediyorlar ve hepsini tam 12’den vuruyorlar.
İstanbulbazlardan söz ederken “Surname 2010″un bütününde çok başarılı hareket düzenini tasarlayan Özgür Tanık’ın adını anmadan geçmemek lazım.
…
Doğu geleneğinde anlatım kurgusu genellikle parçalıdır; bir omurga vardır ve ona takılan hikayeler.
Hikayeler kendi başlarına var olurlar, başlangıç ve bitişleri kendi içlerindedir; birbirlerinin içlerine girmezler. Omurga hikayenin de kendi başlangıcı ve bitişi vardır. Bütün-parça ilişkisi neredeyse yoktur.
En bilinen ve eski örnekleri: Binbir Gece Masalları, Dede Korkut Hikayeleri.
Günümüzde bu anlatım biçemine öykünerek denemeler yapan edebiyatçılardan İhsan Oktay Anar’ın “Efrasiyab’ın Hikayeleri” ilk aklıma gelen örnek.
Çok öykülü anlatım Batı uygarlığında da var. Ortaçağ’dan günümüze kalan Chaucer’ın “Canterbury Hikayeleri”, Boccaccio’nun “Decameron”u bu anlamda yapıtlar.
Doğudakiler anonim kalır, Batıdakilerin yazarları belli.
Roman türünün ortaya çıkmasına rağmen, çok hikayeli anlatımlar Batıda da devam eder. Ancak hikayeler birbirlerinin içine geçerler, Doğu anlatılarında olduğu gibi biri başlayıp diğeri bitmez. Başka bir sanat türünden de olsa; buna en güzel örnek Robert Altman’ın filmleridir: “Nashville“, “A Wedding“, “Short Cuts“, “Pret-A-Porter“…
Surnameler ise; Osmanlı döneminde sünnet, düğün, şenlik gibi olayları anlatan resimli albümlerdir. Doğal olarak minyatür tekniğinde resmedilirler; figürler arasında ve yerleştirilişlerinde belli bir hiyerarşi vardır, simgeler bolcadır ancak derinlik, perspektif gibi Batı anlayışının ürünü olan resmetme teknikleri geçerli değildir.
Pafta paftadırlar. Her pafta bir “hikaye/olay” anlatmak içindir. Örneğin; sultanın oğullarının sünnet düğünü vesilesiyle hipodrom’da yapılan geçit törenine katılan İstanbullu esnaf loncalarının her biri, iki yapraklı tek bir paftada konu edilirler.
Edebiyattaki “omurga” benzeri trükleri icat/akıl edip minyatürlerinde uygulayan nakkaşlar da vardır. Örneğin; Matrakçı Nasuh, Kanuni’nin Bağdat seferini konu ettiği “Beyan-ı Menazil”de yolculuk sırasında geçilen kentlerin her birini bir paftada resmederken onları bir çizgi ile birbirine bağlar; bu bazen kıvrımlı bir yol olur bazen su hattı. Bu çizgisel öğe bir omurga misali her paftada devam eder ve kentleri birbirine bağlar.
Diyeceğim o ki, belli bir coğrafyada hikaye anlatma geleneği büyük değişiklikler göstermez; ister şifahen, ister yazıyla, ister resimli olsun biçem belli bir coğrafyanın ve o coğrafyada yeşeren kültürün yansımasıdır.
“Surname 2010” hem hikaye anlatma kurgusunu hem de görsel biçemini, bu toprakların edebiyat ve tiyatro geleneğinden ve bizzat atıfta bulunduğu “surname”lerden alıyor.
Omurgayı oluşturan bir hikaye var: Sahaflık yapan, yaşını almış Sühendan Hanımefendi vefat etmiş eşinden kalma bir defter buluyor. Defter eşinin ona ithaf ettiği bir şenliği betimliyor.
Sühendan Hanım hayalinde defterin sayfaları arasına dalarak gezinmeye başlamasıyla, şenliği oluşturan birbirlerinden bağımsız küçük parçalar (skeç denebilir belki) sahnede arz-ı endam ediyorlar; kah şarkılar söyleniyor, kah cambazlar izleniyor, kah sünnet olmak istemeyen çocuklar ve anneleriyle muhabbet ediliyor; malum, Osmanlı surnamelerinin en çok konu ettiği olay şehzadelerin sünnetleri.
Yiğit Sertdemir’in yaratıcı fikriyle; tiyatro geleneğimizi oluşturan üç temel öğenin başat temsilcileri Hacivat-Karagöz (Gölge Tiyatrosu), İsmail Dümbüllü (Meddah, Orta Oyunu) ve İbiş kuklasının aynı skeçte yan yana gelerek birbirleriyle konuşması, dahası birbirlerinin mekanlarına girmeleri “Surname 2010″un doruk noktalarından biri.
Kendi içinde tıkır tıkır işleyen, öykündüğü geleneksel anlatım-betimleme sanatlarıyla da sorunsuz ilişki kuran bir kurguya sahip “Surname 2010”.
…
Mehmet Ulusoy’un 1975 yılında Paris’te sahnelediği “Kafkas Tebeşir Dairesi” için Kuzgun Acar’ın 140 adet mask tasarladığını ve bunların 86’sının oyunda kullanıldığını bir kenara not ederek;
“Surname 2010” için: Herhalde Türkiye tiyatrosunda şimdiye kadar bir sahne gösterisi için yapılmadığı kadar çok ve çeşitte özgün kukla ve mask tasarımı gerçekleştirilmiş diyebiliriz. Farklı büyüklüklerde onlarca mask, kukla ve kostüm. Hepsinin tasarımı Candan Seda Balaban’a ait.
Gösteride kukla ve maskların tasarım çeşitliliği kadar, zanaatkarlık anlamında da müthiş bir emek var. Bir Osmanlı surnamesinin paftalarını çevirir gibi sahnede geçit yapan farklı figürleri seyrediyorsunuz hayranlıkla.
Farklı kukla tekniklerini kullanan, çoğu insan büyüklüğünde, bazıları ise 4-5 insanın oynattığı devasalıkta sayısız kukla, özellikle boş ve siyah bırakılmış sahnede müthiş bir görsellik yaratıyorlar.
Velhasıl; “Surname 2010” üzerinde çok düşünülmüş, zanaatkarlık anlamında epey ter dökülmüş, keyifle oynandığı belli, keyifle izlendiği kesin bir seyirlik.
Başta Yiğit Sertdemir ve Candan Seda Balaban olmak üzere bütün İstanbul Şehir Tiyatroları ekibine tebrikler.
…
Yukarıda bahsettiğim artılarına rağmen “Surname 2010″nin bana göre sorunları da var.
Bir kere: Işık tasarımı zayıf. Görselliği bu kadar kuvvetli bir yapımda insan ışık tasarımının da ekstra iyi olmasını bekliyor. (bkz: Yiğit Sertdemir’in iki yıl önceki Büchner uyarlaması: “Leonce ile Lena)
Örneğin; Sühendan Hanım ile el kuklalı şarkıcı karı-kocanın sahneleri, ön-sahnede oynanmasına rağmen, boş olan bütün sahne mekanı mavi bir ışıkla aydınlatılıyor. Ön-sahnedeki oyunun yoğunluğu azalıyor.
Bana göre daha da önemli bir sorun, kurguda:
“Surname 2010” parça-bütün ilişkisi açısından yukarıda bahsettiğim gibi esinlendiği anlatım ve betimleme anlayışlarıyla birebir örtüşüyor. Ancak; yıl 2010 iken, karşınızda “modern çağ izleyicisi” (ve hatta “modern çağ sonrası izleyicisi”) oturuyorken (en azından böyle farz ediyoruz), onlara 400 yıl önceki anlatım-betimleme anlayışını/kurgusunu hiç değiştirmeden sunmak ne kadar doğru bir yaklaşım.
Omurga hikaye kendi içinde tıkır tıkır işliyor; sahaf Sühendan Hanımefendinin yalnızlığı, kocasından kalma defteri bulması, şarkıcı karı-koca el kuklaları ile hayali muhabbeti, muhabbetin içeriği ve gelişimi çok çok iyi. Ancak parçaların birbirlerine bağlanmayıp, kopuk kopuk durmaları; hatta parçaların ana omurgayla olan bağlantılarının zayıf olması, gösterinin bütünlük hissini zedeliyor. “Hadi şimdi İstanbulbazlar gelsin”, “hadi şimdi bir şarkı söyleyelim” diyerek parçaları bütüne bağlamaya çalışmak biraz yapay kalıyor.
Hele de; oyunun pat diye, “defter yarım kaldı, oyun bitti” formülüyle sonlandırılması, dramatik yapıyı da, seyircide yaratılan duygusal yükselişi de kesintiye uğratıyor; huşu ve hayranlık içinde dağa tırmanırken, bir anda ayağı kayıp yardan aşağı düşmek gibi.
Yine de; her parça, en az İstanbulbazlarınki kadar -mizansen anlamında- yaratıcı olsa diyecek söz yok, ama maalesef -ne kadar müthiş tasarlanmış, görsellikleri göz kamaştırıcı ve Türkiye tiyatrosunda bu kadar geniş kapsamlısı ender (belki de ilk defa) yapılıyor da olsa- kuklalı-masklı kısımlar ilk heyecan sonrasında zamanla biteviyeliğe düştükleri gibi, oyunun temposunu da düşürüyorlar.
İster istemez aklıma Philipp Genty Tiyatrosu’yla ilk karşılaşmam geliyor. Ben de bir anlatım öykünmesi yapıp “Altın Kızlar”ın Sofia’sı gibi anlatırsam:
Yıl: 1993
Yer: Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi
Gösteri: “Dérives“
Daha önce adını sanını duymadığım, ne tür tiyatro yaptığını, sanatını bilmediğim bir sanatçı bizleri adeta büyüledi.
Philipp Genty birçok farklı kukla tekniği kullanarak, ölçekle oynayarak, sinema kurgusunu devreye sokup kah geniş plan kah zoom yaparak enfes bir hikaye anlatıyor bize. Hiç kesilmeyen Rene Aubry imzalı müzik gösterinin sürekliliğini sağlıyor. Görsellik had safhada olduğu gibi, hikaye anlatma şekli de sanki bir roman, sanki bir film gibi.
Daha güncel ve popüler örnekler de verilebilir, bkz: Cirque du Soleil gösterileri. Her ne kadar parçalardan da oluşsalar, genel hikayenin devamlılığı hiçbir zaman bozulmuyor.
Yiğit Sertdemir gibi rejinin yanı sıra yazarlık konusunda da çok yönlü ve yetenekli bir tiyatrocudan, günümüzde sahneye konmuş bir yapıtta anlatım tekniği olarak daha yenilikçi, daha yaratıcı bir biçem/kurgu oluşturmasını beklerdim. Sanki ancak o zaman “Surname 2010” keyifle seyredilen bir “hoşluk” olmaktan çıkıp, hiçbir zaman unutulmayacak bir başyapıta dönüşürdü…